- |
- İlk yorumlayan ol!
- yazı boyutu yazı boyutunu küçült Yazı boyutu büyüt
بسم الله الرحمن الرحيم
El-Vai Dergisi
Recep Tayyip Erdoğan'ın İslam Dengesindeki Politikaları
(Birinci Bölüm)
Hamid Abdulaziz - Mısır
Siyasi vakıayı okumak, duygulardan soyutlanmış bir şekilde bilinçli bir okumayı gerektirdiği gibi onun hakkında karar verirken de sabit temellere dayanması gerekir. Diğer bir ifadeyle vakıayı olmasını istediğimiz gibi değil, olduğu gibi anlamamız gerektiği gibi onun hakkında karar verirken de İslam akidesine dayanmalı ve rüzgarlar ve dalgalar tarafından oynayıp duran tekneler gibi olmamalıdır. Ayrıca şahıslar ve fikirler hakkında karar verirken İslam akidesine dayalı sağlam bir temele dayanmalıdır. Aksi takdirde sevinirken ve mutlu olurken bilincimizi kaybederek olmayan bir şeye yönlendiriliriz ve meseleyi, içinde elim azabın olduğu bir rüzgar ve susayanın ıssız bir çöldeki serabı su zannetmesi gibi olduğu halde yağmurumuzun bir belirtisi olduğunu sanırız! Dolayısıyla ümmetin, özellikle ölçülerini ve hükümlerini kendisinden aldığı ve fikirlerini onun temeli üzerine benimsediği sürece asla dalalete düşmeyeceği bir nur ve hidayet olarak inen Rabbinin Kitabı elinde olduğu halde hiç kimsenin onu aldatmasına, enerjisini, gücünü, vaktini ve ümidini tüketen, sonra da ümitsizliğe iten bir duruma getirmesine izin vermemesi gerekir. Nitekim daha önce ümmet, yanlış duruşları ve müdahaleci konuşmalarından dolayı sürekli alkışlanan ve övülen yapay olarak üretilmiş sahte liderler etrafında toplandı. Hem de bu liderler, ümmetin birbiri ardına hezimete uğramalarını engelleyememelerine ve ona uzanan elleri geri çevirememelerine, dahası olmayan şeyleri aktarmalarına ve önemli ve hayati meseleleri ümmetin düşmanlarının lehine manipüle etmelerine rağmen. Dolayısıyla Mustafa Kemal, Cemal Abdünnâsır ve Yaser Arafat ile başlayan bu liderler Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile son bulmayacaktır.
Recep Tayyip Erdoğan kimdir: 26/02/1954 yılında İstanbul’un Kasımpaşa mahallesinde doğdu. Ailesi buraya, Karadeniz bölgesinin Rize şehrinden geldi. İmam Hatip Lisesi’nden mezun oldu, Necmeddin Erbakan’ın yanında yer aldı ve 1994 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olmadan önce birçok pozisyonlara girip çıktı. Dört ay cezaevinde yattı ve meşhur Türk şairi Ziya Gökalp’in “Minareler süngü, kubbeler miğfer; camiler kışlamız, müminler asker” adlı şiirini seslendirmesinin ardından her türlü siyasi faaliyetleri engellendi ve sonra da affedildi.
Fazilet Partisi’nden çıktıktan sonra arkadaşı Abdullah Gül ile birlikte Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kurdu. Başbakan olduktan sonra en barizi (Doğu’ya yönelme) politikası olmak üzere Erbakan’ın önceki politikalarını iptal etti ve Avrupa ve Batı’ya doğru yol almaya devam etti. Nitekim 1994 yılında şöyle demişti: “Türk rejiminin dayandığı laiklik akidesi, İslam ve laikleşme bir arada var olamayacağı için kaldırılmalıdır. Ayrıca Türkiye, tüm vatandaşları Müslüman olmaları vasfıyla bir İslami sistemi benimsemiş olsaydı, ülkenin güneydoğusundaki Kürt sorunuyla karşılaşmayacağını” ifade etti. Yine anayasayı eleştirdi ve (sarhoşlar) tarafından yazıldığını söyledi. Sonra geri adım atarak şunları söyledi: “Laikliği, demokrasinin garantisi olarak görüyorum.” Dahası Laikliği yanlış yorumlayarak ve sanki din ile bağdaşmıyormuş gibi göstererek çarpıtılmaması gerektiğini vurguladı. Ayrıca İslami olan kişileri partisinden uzaklaştırdı ve şöyle dedi: “Bazıları bizi İslami parti, bazıları ise ılımlı İslamcı olarak adlandırıyor. Ama biz ne oyuz ne de buyuz. Biz muhafazakar, demokratik bir partiyiz, İslami bir parti değiliz ve herkes bunu böyle bilmelidir.” Yine 12/12/2009 tarihinde Lübnan As-Safir Gazetesi’ne yaptığı açıklamada şunları söyledi: “Adalet Partisi İslamcı bir parti değildir. Hükümetinin dış politikasını bir Neo-Osmanlı olarak tanımlanmasını reddediyor ve Gazze’ye olan sempatisinin de İslami bir politika olarak görülmesini reddediyoruz.” Şayet partisinin siyasi programının giriş bölümünü okursak, bu partinin vakıasını bizlere açıklayacaktır. Zira programında şöyle diyor: “Partimiz, Türkiye Cumhuriyeti’nin birliğinin ve bütünlüğünün zeminini oluşturmaktadır; zira Laiklik, demokrasi, hukukun üstünlüğü, medeniyet süreçleri, demokratikleşme, inanç özgürlüğü ve fırsat eşitliğini bir temel olarak kabul etmektedir.”
Adamın sözlerinin netliğine rağmen, onun hakkında tartışanların partisini İslamcı, devletini de İslamcıların izlemesi gereken bir model olarak nitelendirdiklerini görüyoruz. Bu şekilde söyleyenlere en büyük cevap şu sözleridir; zira küstahça şöyle demiştir: “Müslümanların medeniyeti Batı’nın medeniyetiyle rekabet edemez.” Erbakan’ın -ölmeden önce- Şarkul Avsat Gazetesi’ne verdiği bir röportajda, Erdoğan’ı Fazilet Partisi’nden uzaklaştıran sebepler sorulduğunda şöyle dedi: “Erdoğan kendi inisiyatifiyle bir parti kurmadı, bilakis kendisine parti kurma talimatı verildi. Peki Erdoğan neden bu projede bir oyuncu oldu? Çünkü mevki, para, başkanlık ve makama karşı zafiyetleri vardır.” Sonra şöyle dedi: “Onun sadakatinden ve bazı programlarda Siyonistlerle ortak olmasından hoşnut değiliz.” Ayrıca İslami Saadet Partisi’nin önde gelen liderlerinden biri olan Oya Akgönenç şöyle demişti: “AK Parti, işadamları ve zenginlerin partisidir. Zira onun politikasından en çok istifade edenler onlar olduğu gibi ekonomik politikasında da Amerika ve Batı yanlısı bir partidir.” Abdullah Gül’ün baş danışmanı, Türkiye’nin bir İslam Devleti’ne dönüşme olasılığını reddederek şunları söyledi: “Türkiye, öncelikle Laik ve demokratik bir devlet olup değiştirilmesi mümkün olmayan temellere dayanmaktadır.”
Erdoğan’ı savunanlar, onun kendisi ve fikirleriyle tamamen uyum içinde olmasına rağmen adamı zorla İslami bir kılıfa sokmak istiyorlar. Zira o, tamamen dini devletten ayırarak ve (ritüel yönlerini) vurgulamaya ve ortaya çıkarmaya hırs gösterdiği bir dinin yanında yer alarak açıkça seküler bir yaklaşıma öncülük ediyor. Dolayısıyla siyasi, ekonomik veya sosyal ilişkilerde şeri hükümleri tatbik etmek için çalıştığını ve ona yöneldiğini kanıtlayan hiçbir delil veya vakıa yoktur. Zaten birçok kez Laik devlete liderlik eden Müslüman bir adam olduğunu açıklamıştır. Nitekim devrimden sonra 25 Ocak tarihinde Mısır’ı ziyaret ettiğinde Mısırlılara Laik bir devleti benimsemeleri nasihatinde bulunmuştur. O halde neden bazıları, kendilerini uygulanabilir bir çözüm olarak gördüğü laik elbisesini giymeye çağırdığı halde Erdoğan’a giymek istemediği bir elbiseyi giydirmekte ısrarcı oluyorlar ki?!
Şüphesiz Erdoğan’ın Davos’taki “kahramanca” duruşları, özgürlük gemisi, hakarete uğradığı için ülkesinin “işgalci Yahudi” devletindeki büyükelçisini geri çekmesi ve zalim Beşşar rejimine karşı Suriye halkının yanında durduğu iddiası, Arap dünyasında ona büyük bir popülerlik kazandırdı ve bundan çok yararlandı. Şöyle ki; ülkelerinin liderlerinin bu tür tutumlarına alışık olmayan pek çok kişiye umut kapısı oldu. Ancak bu “kahramanca” tutumların yanında, Türkiye’nin istisnasız tüm bölge ülkelerinin dahil olduğu (Yahudiler) ile normalleşme yürüyüşünde önemli bir oyuncu olduğu gerçeğini de unutmayalım. Şüphesiz Türkiye’nin Filistin direnişini desteklediğine dair iddia, yanlış bir iddiadır. Zira normalleşme ve direnişi desteklemek, birbiriyle bağdaşmayan iki zıt kutuptur. Ayrıca Suriye’deki kırmızıçizgilerinin Suriye halkına hiçbir şekilde yardımcı olmadığını, dahası devrimin bastırıldığını, silahlı muhalefetin elindeki bölgelerin rejime teslim edildiğini ve İdlib’den geri kalan kısımları teslim etmek için hala komplo kurulmaya devam edildiğini de unutmamalıyız. Yine Türkiye ile ABD arasındaki ayrıcalıklı ilişkiler, Türkiye’nin NATO üyesi olması ve Yahudilerle ilan ettiği ekonomik, siyasi ve askeri ilişkileri, Araplar ve Yahudiler arasında tamamlanması istenilen evlilik sözleşmesinin rolünü oynaması için onu aday gösteriyor.
Erdoğan’ın Filistin meselesi ve Yahudi varlığıyla ilişkisi konusundaki tutumu:
2010 yılında kuşatma altındaki Gazze Şeridi’ne ulaşmaya çalışan Mavi Marmara gemisinde bulunan on Türk aktivistin “işgalci” komandolar tarafından öldürülmesinin ardından yıllarca süren gerilim ve yabancılaşmadan sonra Erdoğan, Gazze’yi feda etti, Gazze’nin üzerindeki kuşatmanın kaldırılması için uluslararası taleplerde bulundu ve bir dizi Avrupa şehirlerine yapılan birkaç müzakere turlarından sonra, 2016 yılında Yahudi varlığıyla ilişkileri normalleştirmek için bir anlaşma imzaladı. Anlaşmanın kapsamı şöyledir: Büyükelçilerin geri dönüşü ve ziyaretleri, uluslararası kuruluşların birbirine karşı çalışmama taahhüdü ve iki taraf arasında güvenlik ve istihbarat işbirliğine geri dönüş. Buna karşılık Türkiye, Gazze’de modern bir hastane, deniz suyu arıtma tesisi ve Gazze’de bir elektrik santrali inşa etmesine izin verilmesi karşılığında Gazze’deki kuşatmanın kaldırılması şartından vazgeçti.
26 Haziran 2016’da Mossad Başkanı Yossi Cohen Ankara'yı ziyaret ederek Türk mevkidaşı Hakan Fidan ile görüştü ve şu konuda anlaşmaya vardılar: “Türkiye, ister planlama, ister yönlendirme, isterse de uygulama açısından olsun Hamas Hareketi’nin Türk topraklarından İsrail’e karşı herhangi bir askeri faaliyette bulunmasına izin vermeyecek ve Hamas, diplomatik faaliyetlerini yürütmek için Türkiye’deki ofislerini koruyacaktır.” Bu ise “İsrail’in” Hamas liderlerini Türkiye’den ihraç etme şartı ve talebinden vazgeçmesi, her iki tarafın büyükelçi mübadelesinin olması, Yahudi varlığı Dışişleri Bakanlığı diplomatı Eitan Naeh’in Ankara'ya büyükelçi olarak atanması ve Türkiye’nin de büyükelçi olarak Kemal Ökem’i göndermesi karşılığında olmuştur.
Kasım 2016’da, Yahudi varlığı işgal altındaki Batı Şeria'daki yerleşimlerin yanmasına neden olan bir yangın dalgasına maruz kaldığında, Türkiye yangınları söndürmek için büyük bir itfaiye uçağı göndermeyi teklif etmiş, yangınları söndürmek için ilk yardım Türkiye’den gelmiş ve Erdoğan, yangınları söndürmek için 3 uçak göndermiş ve Netanyahu o sırada şöyle demişti; bu teklif ve Türkiye hükümetinin sağladığı yardımlar takdire şayandır.
Görünen gerçek şu ki, Erdoğan Filistin’in %80’inin işgal edilmesinde bir sorun görmüyor, dahası “İsrail’i” meşru bir devlet olarak kabul ediyor. Hala da onun İsra ve Miraç topraklarında var olma hakkını kabul ediyor, Amerika’nın iki devletli çözümüne çağrıda bulunuyor ve Hamas’ı alenen “İsrail’i” tanımaya teşvik ediyor. Zira “barışın” önünde bir engel teşkil etmesinden dolayı sorunu sadece yerleşim yerlerinde görüyor.
ABD büyükelçiliğinin Kudüs’e taşınması:
Aralık 2017'de Erdoğan, ABD’nin Kudüs'ü “İsrail’in” başkenti olarak kabul etmesi durumunda “İsrail” ile olan bağlarını kesmekle tehdit etti. Ama bu olmadı; zira o, Yahudi varlığı ile ilişkileri koparamadığı gibi gölgesi olan Yahudi varlığı ile değil bizzat kendisiyle ilişkileri koparması gereken Amerika’ya karşı da bir tavır alamadı. Nitekim Erdoğan o dönemde böyle bir adımın Müslümanlar açısından kırmızıçizgiyi aşmak olacağını söylemişti. Sonra Amerika’nın elçiliği fiilen taşımasının ve Kudüs'ü “İsrail’in” başkenti olarak tanıma planını uygulamasının ardından yine aynı sözleri tekrarladı. 8 Mayıs 2018’de (CNN) ile yaptığı bir televizyon röportajında şunları söyledi: ABD'nin büyükelçiliğini Kudüs'e taşıma kararı ölümcül bir hataydı. 14 Mayıs’ta Londra’ya yaptığı bir ziyaret sırasında şöyle dedi: “Amerika, son hamlesiyle çözümün değil sorunun bir parçası olmayı seçti ve barış sürecindeki arabuluculuk rolünü kaybetti.” Bunlar, Erdoğan’ın, Doğu Kudüs’teki yeni Amerikan büyükelçiliğinin açılışına denk gelen olaylarda Gazze Şeridi sınırlarında “İsrail” ordusunun kurşunlarıyla altmıştan fazla Filistinlinin öldürülmesi ve iki bininin yaralanmasının ardından “İsrail’in” Filistin halkına karşı ihlallerini kınama çağrısında bulunduğu İstanbul'daki İslam Konferansı Örgütü'nün olağanüstü zirvesine kadar vakıa zemininde hiç etkisi olmayan boş sözlerden başka bir şey değildir. Hatta bu zirvenin, kınama ve inkar etme sözleriyle gözlere kum serpmekten başka bir etkisi de olmamıştır. Nitekim zirvenin açılışından önce Erdoğan, Filistinlilere yönelik desteğini göstermek için İstanbul’un merkezinde toplanan binlerce göstericiye yaptığı konuşmada, İslam dünyasının (Kudüs sınavını geçemediğini) ve Amerikan büyükelçiliğinin mukaddes şehre taşınmasını engelleyemediğini açıkladı. Dolayısıyla başarısızlık, olup bitenler karşısında boş boş bekleyip duran yöneticilerin başarısızlığıdır. Dahası ister Amerika’nın bu adımlarına itiraz edemeyenler olsun, isterse de kınayan, inkar eden ve eleştirenler olsun bu yöneticiler Filistin’e kurulan komploya ortaktırlar. Zaten Erdoğan her zaman sadece yüksek profilli konuşmalarla Müslüman dünyasına liderlik etmeye çalışmaktadır; zira Filistin meselesini ümmetin hayati meselelerinden biri olarak gören halkların sevgisini elde etmek amacıyla meseleye ticari gözle bakan daha önceki Arap liderlerin siretine geri dönmek için “İsrail” ile sözlü bir savaşa girmektedir.
Yüzyılın Anlaşması ve Türkiye’nin buna yönelik tutumu:
28/01/2020 Salı günü, ABD Başkanı Trump sözde “Yüzyılın Anlaşması’nı”, Washington’da düzenlediği bir basın toplantısında Yahudi varlığının Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun huzurunda açıkladı. Plan ise, köprüler ve tünellerle birbirine bağlanmış bir takımada şeklinde (bağlantılı) bir Filistin devletinin kurulmasını ve Kudüs şehrini Yahudi varlığı için bölünmemiş bir başkent yapılmasını içeriyor. Nitekim 01/30/2020 Perşembe günü Anadolu Medya Ödülleri töreninde konuşan Erdoğan, bu Yüzyılın Anlaşması ile ilgili şöyle dedi: “Kudüs satılık değildir.” Aynı şekilde şöyle dedi: “Buna Yüzyılın Anlaşması diyorlar, bu nasıl bir anlaşma! Bu bir işgal projesidir. Ve şöyle bir eklemede bulundu: “Bir Türk ümmeti olarak bugün bizim Filistin’e bakışımız, Sultan II. Abdülhamid’in bakışıyla aynıdır.”
Kayda değerdir ki 5 Mart 1883’te Sultan Abdülhamid, Yahudilerin toprak mülkiyetini tamamen ortadan kaldıran ve Filistin’in bir karışının bile Yahudileri satılmasını yasaklayan (irade-i seniyye) olarak bilinen bir kanun taslağı yayınlamış, bu taslak 1909 yılında tahttan indirilinceye kadar yürürlükte kalmış ve o dönemde Sultan Abdülhamid halkının satmak istediği toprakları satın almıştır. 1896’da Sultan II. Abdülhamid (Allah ona rahmet etsin), Siyonistleri birleştiren bir Siyonist devlet kurmak için Yahudi Ajansının Başkanı Theodore Herzl’e Filistin'i satmayı reddetmiş ve o gün Sultan Abdülhamid, Herzl’e şöyle cevap vermiştir: “Ben Filistin toprağının tek bir karışından dahi vazgeçemem!.. Orası benim şahsi mülküm değildir… Bilakis Osmanlı Devleti’nin mülküdür. Bedenimi lime lime doğrasanız da Filistin’in bir karışından dahi vazgeçmeyeceğim.” Nitekim Sultan Abdülhamid, Filistin’i, Kudüs’ü ve Mescid-ı Aksa’yı koruyabildi, Herzl’in “Yüzyılın Anlaşması’nı” havaya uçurmayı başardı ve Siyonistlerin rüyası Osmanlı İslami Hilafet devrilene kadar gerçekleşmedi. Erdoğan bu Yüzyılın Anlaşması’na cevap olarak her geçen gün artan kırmızıçizgilerden bahsetmek dışında ne yaptı Allah aşkına?!
Erdoğan'ın Suriye meselesindeki tutumu:
Erdoğan 5 Eylül 2012’de şöyle demişti: “İnşallah bir an önce Şam’a gideceğiz ve oradaki kardeşlerimizle muhabbetle kucaklaşacağız. O gün de yakın. İnşallah Selahaddin Eyyubi’nin kabri başında Fatiha okuyacak, Emevi Camii’nde namazımızı da kılacağız. Bilali Habeşi’nin, İbn-i Arabi’nin türbesinde, Süleymaniye Külliyesi’nde, Hicaz Demiryolu İstasyonu’nda kardeşliğimiz için özgürce dua edeceğiz.” Ancak bu olmadı. Dahası bunun da ötesinde Erdoğan, en önemlisi Türkiye’nin 2016 yılının sonunda el-Bab şehrinde IŞİD ile savaşmak için kendisine sadık savaşçıları geri çekmesi olmak üzere Suriye’de rejimin düşmesini engelleyen Amerikan planını uyguladı, Halep cephelerinin şiddetle desteğe ve savaşçılara ihtiyaç duydukları bir sırada Halep’i kuşatma ve boğma savaşı, Şubat 2016’dan Aralık 2016’ya kadar Halep rejimin eline geçene dek devam etti. Böylece Ruslar ve Türkler arasında yapılan açık bir anlaşmayla el-Bab şehrinin Türkler için olması karşılığında Halep’in rejime ait olacağı ortaya çıktı. Nitekim el-Bab savaşı yaklaşık üç ay sürdü ve Türkiye tarafından desteklenen Fırat Kalkanı güçleri 23 Şubat 2017’de el-Bab şehrine girdi. Sonra hayati bölgelere doğru genişleyen rejime dokunmaksızın IŞİD ile Kürtlerle savaşmak arasında Türkiye’nin Suriye topraklarındaki coğrafyası genişlemeye başladı. Böylece rejim, Zeytin Dalı adlı Türk askeri harekatına bağlı güçlerin 2018 Mart ayı ortalarında Afrin’i kontrol altına almasından kısa bir süre sonra Mart 2018’in sonunda Doğu Guta’nın kontrolünü ele geçirdi. Ayrıca Türkiye sınırları tam olarak kontrol edebilsin ve aynı zamanda Kürtlerin kontrol ettiği geniş bölgeler savaşmadan rejim kontrolüne geçsin diye Türkiye ve müttefiklerinin Barış Pınarı adı altında Ras el-Ayn ve Tel-Abyad’da Kürtlere karşı yürüttüğü savaşta senaryo bir kez daha tekrarlandı. Böylece Türkiye’nin tüm hamlelerine, bir yandan genişlemeler ve bölgelerin rejime geri verilmesi, diğer yandan da kontrolün tam olarak sağlanması ve Suriye devriminde geriye kalan grupların kontrol edilmesi eşlik etti. Bunlardan sonuncusu, Soçi anlaşmalarını uygulamak ve anlaşmaya karşı çıkan her türlü sesi bastırmak için İdlib’de yaşanan son olayların ve daha önceki anlayışların akabinde Heyet Tahrir El-Şam (el-Nusra) oldu. Zira Heyet Tahrir El-Şam, bir yandan insanları rejimi devirmeye yönelik tek bir pusula doğrultusunda kalmaya, diğer yandan da dış etkileri söküp atmaya ve kurnaz uluslararası anlaşmaları reddetmeye teşvik eden Hizb-ut Tahrir’in otuzdan fazla gencini tutukladı.
Türkiye, Suriye rejimi ile muhalif güçleri birbirinden ayıran bölgelerde gerilimi azaltma anlaşması olarak bilinen anlaşmanın uygulanması amacıyla Rusya ve İran tarafıyla anlaşarak İdlib’in kasabaları ile Hama ve Halep kırsalında 12 gözlem noktası kurdu ve “gerilimi azaltma” adı altında etkili bir şekilde bu bölgelere girdi. Ama bu gerilimi azaltma tek taraflıydı. Zira rejim ve müttefiki Rusya, garantör Türkiye’nin gözleri önünde katliamlarını artırdı ve rejim, Suriye muhalefetinin kontrolü altındaki geri kalan bölgeleri kontrol etmeye başladı.
Moskova’nın devrim gruplarının kontrolüne giren toprakları tamamen kontrol altına almaya yönelik çalışmasında her iki tarafın (terörizmle mücadele) maddesi üzerindeki anlaşmayla birlikte askeri devriyelerin dolaşmasını içeren Rus-Türk anlaşmasıyla sonuncusu Suriye devriminin son kalesi İdlib kentine bağlı Serakib kasabası olmak üzere Suriye bölgeleri birbiri ardına Suriye muhalefetinin elinden düşmeye başladı. Suriye’nin el-Bab şehrinde olduğu gibi terörle mücadele için bir askıya yapışmanızın kaçınılmaz olduğu unutulmamalıdır. Zira Beşşar Esed’in müttefikleriyle birlikte terörizmle mücadele bahanesiyle çalışmaya ve öldürmeye devam etmesi için devrimin başlarında Suriye şehirlerine girmesi amacıyla ona yeşil ışık yakılmasının ardından dünya ülkeleri “DEAŞ örgütü” ile savaşmak üzere anlaştılar.
Örneğin Erdoğan’ın Suriye’de işlemiş olduğu şeyler, İslam’a ihanet ve Müslümanlara yönelik bir cürüm olarak kabul edilmelidir. Zira devrimin yenilgiye uğramasına ilk katkı sağlayan odur. Çünkü Rusya’nın yanında yer alıyor ve tüm adımlarını onunla koordine ediyor. O halde nasıl oluyor da Erdoğan’ı bir umut ve ilham kaynağı olarak görürken aynı zamanda Rusya ve İran’ı da ümmetin düşmanları olarak görebiliyorlar?!!
Bu büyük şehir, kendisine karşı çıkan ve Rusya, İran ve bunların katliamcı ve kasap partileri gibi onun yanında duran herkese karşı yıllarca varlığını sürdürmesinin ardından Halep şehrini rejime altın tepside sunan bizzat Erdoğan’dır. Hem de Erdoğan bunu, rejimin ve partilerinin Halep’e saldırmasıyla aynı zamana denk gelen Fırat Kalkanı Harekâtı'nı başlattığı, yani Halep ve halkının isteklerine cevap verecek birine şiddetle ihtiyaç duyduğu bir dönemde yaptı. Bu nedir Allah aşkına. La havle vela kuvvete illa billah.
Amerika ile müttefiki Rusya’nın, ajanı Şam zalimini devirmeye çalışmadığı, aksine devrimi bitirmeye ve durumu 2011’de başlamadan önceki haline geri getirmeye çalıştığı artık hiç kimse için gizli değildir. Zira “Esed ya da ülkeyi yakarız” sözünün bizzat uygulayıcısı Amerika’dır. İşte şimdi o, başladığı şeyi bitirmeye çalışıyor; belki de bu devrimdeki son kale Kuzey Suriye olacaktır.
En büyük tehlike, Putin ile Rusya ve mücrim rejimin bölgeleri tek tek tecrit etmesine izin vermek için kendisine bağlı grupları manipüle etme işlevinde ustalaşan Erdoğan’ın anlaşmalarıdır. Sonra buralar kontrol altına alınacak, iyi bir oyun çıkarmak amacıyla bölgelerini savunmak için hazır olmaları gereken grupların kasıtlı olarak çökertilmesiyle birlikte İnsanlara, okullara, marketlere ve hastanelere yönelik yoğun bir hava bombardımanı politikası izlenecek, işlerin kontrol edilmesini imkansız hale getiren karşı konulmaz bunaltıcı kaos oluşturulacak, daha sonra kan enjekte etmek ve geriye kalanları korumak adı altında teslim olma çağrıları başlatılacak ve Cenevre, Astana ve Soçi ihanetleri, devrimin ve insanların en büyük özlemleri haline getirilecektir.
Devam edecek…
Kaynak: H. Zilhicce 1441 – Ağustos 2020 tarihinde yayınlanan El-Vai Dergisi’nin 407. sayısı.