Cuma, 06 Recep 1447 | 2025/12/26
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Amerika, İhtiyacı Kalmadığı İçin Irak’taki Silahlı Grupların Tasfiye Edilmesi Talimatını Verdi

Öyle anlaşılıyor ki işgalci Amerikan yönetiminin Bağdat’taki otorite üzerindeki baskılarını artırması ve silahlı grupları veya müttefiklerini temsil eden bir Irak hükümeti ile çalışmayı reddetmesi meyvelerini vermiş görünüyor. Nitekim parlamentoda yaklaşık 80 milletvekiline sahip bu grupların liderlerinden birçoğu silah bırakmayı kabul ettiklerini açıkladılar. Bunların en önde gelenleri: “Asaib Ehli’l-Hak” lideri Kays el-Hazali, “Ensarullah el-Evfiya” grubu lideri Haydar el-Garavi, “İmam Ali Tugayları” lideri Şibl el-Zeydi ve “Seyyidü’ş-Şüheda Tugayları” sözcüsü Kazım el-Fartusi’dir.

Buna karşılık, “Hizbullah Tugayları” ve “Nuceba” grupları, yayınladıkları resmi bildirilerle silah teslim etmeyi kesin bir dille reddettiklerini ilan ettiler. Ancak Irak yargısının, silahsızlanmayı benimseyen grupların kararını onaylaması sonrası bu iki grubun fiilî olarak zayıf bir konumda kaldığı aşikardır.

Devlet ve medya düzeydeki bu hareketliliğe rağmen, silahsızlandırma mekanizmasının nasıl işleyeceği hâlâ belirsizliğini korumaktadır. Açıklamalarda ve bildirilerde, bunun yalnızca ağır silahlarla mı sınırlı kalacağı, yoksa her türlü silahı kapsayıp bu grupların tamamen dağıtılmasına mı gidileceği net değildir. Aynı şekilde, yasal bir kılıfa sahip olan Haşd eş-Şaabi’nin bu sürece dâhil edilip edilmeyeceği de açıklığa kavuşturulmamıştır. Oysa Amerikan mesajları hiç kimseyi istisna tutmamaktadır. Bu bağlamda, gruplardan birine yakın bir kaynak “El-Arabi El-Cedid”e yaptığı açıklamada; “Önümüzdeki parlamentonun, Haşd’ın İç Güvenlik Yasası adıyla çıkarılacak yeni bir kanun kapsamında sisteme entegre edilmesini, ‘Haşd eş-Şaabi Yasası’ olarak bilinen önceki yasanın ise terk edilmesini tartışacağını” ifade etti.

Bir ülkede birden fazla silahlı güç odağının bulunması patolojik bir durumdur. Hele ki bir de bu güçler kukla bir rejime veya dış güçlere dayanıyorlarsa! Şüphesiz ki hastalıklı durum, ülkenin felaketine yol açacaktır. Bunun tarihte pek çok örneği vardır. 1970’lerdeki Lübnan iç savaşı, hâlen devam eden ve binlerce masumun hayatına mal olan Sudan trajedisi ve ümmetin düşmanları tarafından kurgulanan daha nice komplolar bunun en güzel örnekleridir. Amerikan işgalcisinin bu grupları Irak’ta mezhep fitnesinde kullandığı, ardından Amerika’nın gözü önünde Suriye’ye göndererek Şam tâğutuna karşı ayaklanan masumları öldürttüğü gizli bir durum değildir. Şimdi ise artık ihtiyaç kalmadığı gerekçesiyle, İran’ın tırnaklarını kesmek ve sınırları dışındaki uzantılarını budamak için tasfiyelerine karar vermiştir.

Ey Müslümanlar! Ey rüşd ve hidayet ümmeti! İşgalci kâfirin Müslüman ülkelerinde pervasızca at koşturmaya devam etmesi; bir buçuk milyarı aşkın nüfusa sahip bir Ümmeti aşağılamak için plan yapıp emir vermesi ve Müslümanların buna karşı kıyama kalkmaksızın ona itaat edilmesi ne kadar da esef verici ve üzücüdür! Zilleti andıran bir refah kırıntısı uğruna, onlarca yıl bilinçsizce kısır bir döngüde dönüp durmanız yetmedi mi?! Oysa siz, tüm insanlığa nur ve hidayet meşalelerini taşıyan bir ümmetsiniz!

Başımıza gelen tüm bu zillet ve aşağılanmanın sebebinin; param parçalı bir ümmet olduğumuzu, bizi bir araya getiren bir devletten ve bizi Allah’ın şeriatıyla yöneten adil bir İmamdan yoksun olduğumuzu hala anlamadınız mı?! Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem o imamı şöyle tarif etmiştir:

إِنَّمَا الْإِمَامُ جُنَّةٌ يُقَاتَلُ مِنْ وَرَائِهِ وَيُتَّقَى بِهِ“İmam ancak bir kalkandır. Arkasında savaşılır ve onunla korunulur.” Artık Hizb-ut Tahrir’in, izzetinizi ve şerefinizi geri kazanmanız için yaptığı çağrıya icabet etmenizin zamanı gelmedi mi?! Bu da ancak; köklü değişimle ve Rabbimiz Subhânehu ve Teâlâ’nın farzı ve Rasûl SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in müjdesi olan Nübüvvet metodu üzere Raşidi Hilafet’i kurmakla olur. Sadece Hilafet, Ümmet tek bir sancak altında toplayabilir ve tek bir İmamın liderliği altında birleştirebilir. Hilafetle Ümmet, kendi kararına (iradesine) sahip olacak ve selef-i salihimizde olduğu gibi düşmanlarına Şeytan’ın vesveselerini unutturacaktır. Bu Allah’a hiç de zor değildir. Öyleyse hadi bu büyük farz için çalışan samimilerle birlikte çalışın.

وَاللَّهُ مَعَكُمْ وَلَن يَتِرَكُمْ أَعْمَالَكُمْ“Allah sizinle beraberdir ve amellerinizi asla zayi etmez.” [Muhammed 35]

Devamını oku...

İlticanın Trajediye Dönüşmesi İmam Fuad Said Abdulkadir’in Ölümüne Yol Açtı

ABD Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Birimi (ICE), 46 yaşındaki Eritre vatandaşı İmam Fuad Said Abdulkadir’in, 14 Aralık’ta Pennsylvania’daki Moshannon Valley İşleme Merkezi’nde gözetim altında bulunduğu sırada vefat ettiğini doğruladı. ICE’ye göre, İmam Abdulkadir’in göğüs ağrısı şikâyeti olduğu, tesis içi tıbbi personel ve acil sağlık hizmetleri tarafından müdahale edildiği bildirildi. ICE tesislerinde rapor edilen birçok gözaltı ölümü vakasından biri olan bu hadise, soruşturma altında olup gözaltı merkezlerindeki koşulları ve tutukluların yeterli sağlık hizmetine erişimini yeniden gündeme getirdi.

Müslüman topluluklar, kıymetli bir kardeş olan İmam Fuad Said Abdulkadir’in vefatının derin üzüntüsünü yaşamaktadır. Onun kaybı, ailesi, yakınları ve ümmet nezdinde büyük bir acıya sebep olmuştur. Ailesine en içten taziyelerimizi sunuyor, Allah’tan ona rahmet etmesini ve makamını ali kılmasını niyaz ediyoruz.

En az vefatı kadar onun gözaltında tutulma şartları da bir o kadar yürek yakıcıdır. İmam Abdulkadir’in, duruşma yapılmadan 215 gün boyunca gözaltında tutulduğu bildirilmektedir. Bu durum, uzun süreli ve belirsiz tutukluluk uygulamalarına dair ciddi soru işaretleri doğurmaktadır. Yetersiz tıbbi bakım ve ağır hapis şartlarına dair raporlar, tutukluları ciddi risk altına sokan sistematik bozukluklara işaret etmektedir. Bu koşullar ve uzayan belirsizlik hâli, bildirildiğine göre ağır bir sağlık krizine ve nihayetinde imamın vefatına neden olmuştur.

Bu münferit trajedinin ötesinde bu vaka, dünya çapındaki Müslümanların karşı karşıya olduğu çok daha geniş ve derin acı verici bir gerçeği yansıtmaktadır. Birçok coğrafyada Müslümanlar; zalim siyasi ve sosyal düzenlere boyun eğmedikleri için rejimlerin ve onların cellatlarının ellerinde zulme, keyfi tutuklamalara ve baskılara maruz kalmaktadır. Bu baskıların neticesinde pek çok Müslüman; güvenlik, onur ve inançlarına göre yaşama özgürlüğü arayışıyla yurtlarını terk etmek zorunda kalmaktadır.

Ne yazık ki sığınma arayanların birçoğu, kendilerini koruyacağını düşündükleri topraklarda da yeni zulümlerle karşılaşmaktadır. İmam Abdulkadir’in vefatı, yerinden edilmenin güvenlik anlamına gelmediğini, sistematik zulmün, savunmasız insanları sınırlar ötesinde de takip ettiğinin acı bir hatırlatıcısıdır.

Bireysellikten uzak bu hadise, Ümmetin bugün içinde bulunduğu parçalanmış, korumasız ve Müslümanların canını ve izzetini muhafaza edecek bir otoriteden (Devletten) mahrum kalmış halinin bir tezahürüdür. Adaleti, temsiliyeti ve hesap verebilirliği garanti eden koruyucu bir çatı (devlet) olmadan, Müslümanlar nerede olurlarsa olsunlar savunmasız kalmaya devam edeceklerdir.

Allah Subhânehu ve Teâlâ’dan İmam Fuad Said Abdulkadir’e merhamet etmesini, ailesine sabır ve metanet vermesini, ümmeti de birleştirmesini ve korumasını niyaz ediyoruz. Ayrıca Allah Subhânehu ve Teâlâ’dan, bu ümmeti birleştirecek, Müslüman canının dokunulmazlığını koruyacak, güvenliği, izzeti ve adaleti temin edecek bir kalkanı yeniden ihsan etmesini diliyoruz.

Devamını oku...

Yahudi Varlığı, Türkiye’ye Gönderme Yapması ve Türkiye’nin Cevabı!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Yahudi Varlığı, Türkiye’ye Gönderme Yapması ve Türkiye’nin Cevabı!

Haber:

Netanyahu, Osmanlı yönetimine atıfta bulunarak, "İsrail ve Kıbrıs'ın ortak noktası, her ikisinin de eskiden imparatorlukların kontrolü altında olmasıdır" şeklinde bir açıklama yaptı ve "imparatorlukları yeniden kurmayı ve topraklarımızı kontrol altına almayı hayal edenler" olarak tanımladığı kişilere seslenerek şöyle dedi: “Bunu unutun. Bu gerçekleşmeyecek. Bunu aklınızdan bile geçirmeyin; çünkü biz kendimizi savunma konusunda kararlıyız.”

Yorum:

Bu açıklama, gaspçı varlık, Yunanistan ve Kıbrıs'ı bir araya getiren onuncu üçlü zirvenin kapanışında, yani 22 Aralık 2025 Pazartesi günü Kudüs'te düzenlenen ortak basın toplantısında yapılmıştır…Bu açıklama, Doğu Akdeniz'deki artan gerilimlerin gölgesinde Türkiye'ye ve özellikle de Erdoğan'a yönelik sert bir lehçe ancak dolaylı bir uyarı olarak değerlendirilmektedir.

Bu açıklamaya cevap olarak Cumhurbaşkanlığı İletişim Dairesi Başkanı Burhanettin Duran, Yahudi varlığının Ankara, gücü ve etkisi hakkındaki tutumlarını "histerik ve gülünç" olarak nitelendirdi."Türkiye barış ve istikrarı arzulamakta ve barış ve istikrarı arzulayan herkesin yanında kararlılıkla durmaya devam edecektir. İsrail Başbakanı'nın yaptığı gibi ucuz veya gülünç açıklamalar, Türkiye'yi Filistinlilere destek vermekten caydıramayacak ve barış, onu yok etmeye çalışanlara rağmen galip gelecektir" dedi.

Netanyahu Osmanlı Hilafetine ve onun Kıbrıs, Yunanistan ve Filistin üzerindeki etkisine değinirken, Türkiye'nin bundan uzak durduğunu ve ne olumlu ne de olumsuz olarak bundan hiç bahsetmediğini görüyoruz; sanki Erdoğan’ın yönetimi altındaki laik Türkiye, Hilafetin tarihini bahsetmek istemediği bir utanç olarak görüyor!Duran, Türkiye'nin barış ve istikrarı gerçekleştirmeye çalıştığı, bunun da Amerika'nın kendisi için çalıştığı şeyle aynı olduğu yönündeki sözlerine herhangi bir ekleme yapmamıştır. Amerika’ya göre istikrar, bu zengin tarihiyle dolu bölgede yeni bir siyasi sistemin ortaya çıkmasına ve tüm bölgeye eski ihtişamını ve mutluluğunu geri getirebilecek siyasi bir sistemin kurulmasına izin vermemek anlamına gelmektedir. Keşke Duran, Yunan İmparatorluğu'nun modası geçmiş tarihini övmekten asla bıkmayan Yunan liderlerinden ve düşünürlerinden biraz olsun ders almış olsaydı. Keşke Netanyahu'nun bahsettiği imparatorluğun, Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in kurduğu ve Türkiye'de Turan milliyetçiliği tarafından Mustafa Kemal'in eliyle yıkılana kadar varlığını sürdüren devlet olduğunu biraz olsun hatırlamış olsaydı.

Hilafet Devleti, Müslüman ülkelerde yıkılmasının ardından ortaya çıkan tüm devlet ve varlıkların aksine, bir gün olsun utanç, aşağılanma, zulüm, yoksulluk veya herhangi bir küresel güce boyun eğme kaynağı olmamıştır.Filistin'in, Yahudilerin ve onlardan önce de İngiltere’nin avına düşmesi, tamamen Hilafetin yıkılmasının bir sonucudur. Eğer Müslümanların Abdülhamid, ondan önce Mu’tasım, onlardan önce de Ömer İbn Hattab ve Ebu Bekir Sıddık gibi (Allah hepsinden razı olsun) Halifeleri olsaydı, Netanyahu gibi biri tek bir kelime dahi edemezdi.

Erdoğan'ın sözcüsü Duran, Netanyahu'ya Erdoğan rejiminin barış ve istikrar peşinde olduğu yönündeki retorik sözler dışında hiçbir yanıt vermedi! Duran'ın da itiraf ettiği üzere, işgalci varlığı destekleyen ve Filistin, Lübnan ve Suriye'de işlediği suçlara rağmen onun Filistin'de istikrarlı bir devlet olmasını tanıyan bir barış!Peki tüm bu suçlar ve gasplardan sonra nasıl olur da Erdoğan rejimi hala barış ve istikrar için çalışmakla övünebilir?! Aklı başında herhangi biri ve hele ki herhangi bir Müslüman için, bu varlığın, İslam beldelerinin kalbinde yaygın bir bela olduğu ve gerek İngiliz gerekse Amerikan olsun sömürgecinin Müslüman ülkelerin tek bir devlet altında birleşmesini ve kendi hegemonyalarından kurtulmasını engellemek için sürekli olarak kullandığı bir araç olduğu artık bir sır değildir.

Türkiye’nin Netanyahu'ya, sizin bahsettiğiniz imparatorluk hâlâ Müslümanların nefislerinde var olup onların zihinlerini harekete geçirmekte ve düşüncelerini kışkırtmakta ve Allah'ın izniyle de geri dönecektir diyerek cevap vermesi gerekirdi; işte o zaman zulmedenler, öldürenler, suç işleyenler, kan dökenler ve kutsal yerleri kirletenler nasıl bir inkılapla devrileceklerini göreceklerdir.

Ama heyhat ki heyhat, Müslümanların işlerini kontrol eden ve yönetim ve otoritenin anahtarlarını elinde tutan bu kişilerin kalpleri, ajanlık, bağımlılık, Amerika ile müttefiklerinin peşinden sürüklenme ve kendilerine isabet eden dünyanın veya koruyabilecekleri bir iktidarın peşinden soluma nedeniyle kirlenmiştir.

كَلَّا بَلْ رَانَ عَلَىٰ قُلُوبِهِم مَّا كَانُوا يَكْسِبُونَHayır! Bilakis onların işlemekte oldukları (kötülükler) kalplerini kirletmiştir.” [Mutaffifîn 14]

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan

Dr. Muhammed Ceylani

Devamını oku...

Şer ve Şiddet Dönemi, Allah’ın Dilediği Kadar Devam Edecektir!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Şer ve Şiddet Dönemi, Allah’ın Dilediği Kadar Devam Edecektir!

Haber:

Kırgızistan'da erken parlamento seçimleri yapıldı ve 13 Aralık'ta 24.kg haber ajansı, Merkezi Seçim ve Referandum Komisyonu'nun şunları söylediğini ifade etti: “Kırgızistan'da 30 Kasım 2025 tarihinde yapılan olağanüstü Temsilciler Meclisi (Cogorku Keneş) üye seçimlerinin sonuçları açıklandı. Cumhurbaşkanlığı kararnamesine göre, erken parlamento seçimlerinin 30 Eylül 2025'te yapılması kararlaştırılmıştı. Merkezi Seçim Komisyonu'na göre, seçim kampanyası ve oy verme süreci kanun hükümlerine uygun olarak yürütülmüştür.”

Yorum:

Parlamentonun görev süresinin Kasım 2026'da sona ermesi kararlaştırılmıştı ancak hükümet yanlısı milletvekillerinin 25 Eylül'de erken parlamento seçimleri çağrısında bulunmasının ardından cumhurbaşkanı parlamentoyu feshetmiştir. Seçimler, muhalif figürlerin tutuklanmasının gölgesinde gerçekleşmiştir. Zira 24 Kasım'da, muhalefetteki Sosyal Demokrat Parti'nin iki üyesi olan Temirlan Sultanbekov ve eski Cumhurbaşkanı Kadirbek Atambayev'in oğlu Ermek Ermatov ve diğerleri tutuklanmıştır. Sadır Caparov, 2021'de de benzer önlemler alarak istenmeyen milletvekillerini parlamentodan uzaklaştırmıştı.Seçim sonuçlarına göre, cumhurbaşkanının Sadır Caparov’un akrabası ve istihbarat servisinin başkanı Kamçıbek Taşiyev en yüksek oy oranını almıştır.Daha önceki bir zamanda yani Ekim ayında, cumhurbaşkanının en küçük oğlu Nurdolut Nurgozuyev yeni bir bankanın kurucusu olmuştu.Cumhurbaşkanı Caparov, gazetecilerle yaptığı bir röportajda, oğlunun yeni bankanın açılışına katılması hakkında sorulduğunda şu yanıtı vermişti: “Halktan saklayacak hiçbir şeyimiz yok. Her şeyden önce ben, beş yıldan fazla süredir iktidardayım. Bu dönemde, kardeşlerim de dahil olmak üzere ailemin hiçbir üyesini devlet işlerine dahil etmedim. Her aileden bir politikacının yeterli olduğunu düşünüyorum...”

Sadır Caparov, 2027'de yapılacak bir sonraki seçimlere hazırlanmakta olup bir yandan bu hedefe ulaşmak için siyasi arenayı istenmeyen tüm muhalif figürlerden arındırmaktadır. Diğer yandan da oğlunu finans kuruluşların başına getirerek, ülkeyi ekonomik olarak kontrol edebilmek amacıyla kendisi için gerekli desteği sağlıyor.Güvenlik güçlerine gelince; bunlar da arkadaşının, müttefikinin ve Devlet Ulusal Güvenlik Komitesi Başkanı Kamçıbek Taşayev'in kontrolü altındadırlar.

Kasım ayı başlarında Sadır Caparov sosyal medya hesaplarından şu açıklamayı yapmıştı: “Darbeler olmayacak.Birincisi, darbeyi hiçbir şekilde haklı çıkarmayacağız. İkincisi, daha önceki zayıf devlet artık mevcut değildir.Üçüncüsü, halk kimi desteklediğini ve kimin iktidarda olması gerektiğini çok iyi biliyor. Bundan böyle darbeleri sadece rüyalarınızda göreceksiniz. Yağma, hırsızlık, açgözlülükle kar peşinde koşma, darbeden sonra iktidarı ve zenginliği ele geçirme girişimleri, evet bunların hepsi sadece rüyalarınızda kalmaya devam edecektir.”

Cumhurbaşkanı Sadır Caparov'un bu davranışları ve açıklamaları, uzun bir süre görevinde kalmayı planladığını göstermektedir.

Orta Asya ülkelerinde iktidara gelen herkes, nüfuzunu pekiştirmeye, onu ölümüne kadar elinde tutmaya, ardından da çocuklarına devretmeye çalışmaktadır. Örneğin Türkmenistan Cumhurbaşkanı iktidarı oğluna devretmiştir.Tacikistan Cumhurbaşkanına gelince; nüfuzunu o kadar pekiştirdi ki akrabaları neredeyse tüm iktidar kurumlarında çalışmakta ve kendisinden sonra göreve gelmesi için oğlunu hazırlamaktadır. Aynı durum, Kazakistan'daki tüm finans sektörlerini oğulları ve akrabaları kontrol eden eski Kazakistan Cumhurbaşkanı Nazarbayev için de geçerlidir.Özbekistan Cumhurbaşkanı Şavkat Mirziyoyev, kızını cumhurbaşkanlığı idaresinin başına atadı ve Saida Mirziyoyeva, ülkedeki en güçlü ikinci kişi olarak kabul edilmektedir.

Hukuk kurumlarına sahip sözde bağımsız devletler, modern dünyada sadece bir formalite haline gelmiştir.Hukuk dernekleri, hukukun üstünlüğü ve insan hakları hakkında yapılan tüm bu yankı uyandıran açıklamalar, gerçeklikte var olmayan birer seraptan başka bir şey değillerdir.

Gerçekte bizler, şer ve şiddet dönemine tanık oluyoruz; tıpkı Kerim Peygamberimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in buyurduğu gibi. Zira Ebu Davud et-Tayalisi, Huzeyfe’den Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: ثُمَّ تَكُونُ مُلْكاً جَبْرِيَّةً فَتَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَSonra zorba diktatörlük olacaktır. Böylece Allah’ın olmasını dilediği kadar olacaktır.

Bugün güçlü olan, hak üzere olan değil, aksine güce, paraya ve orduya sahip olandır.Bu tiranlar güçle hükmediyorlar, insanları zulümlerine ve şerlerine boyun eğmeye zorluyorlar, ümmetin kaynakları pahasına kendileri zenginleşiyorlar ve İslam'a ve hakka davet eden herkesi hapse atıyorlar.Müslümanların başındaki yöneticilerin zulmü, ümmeti tüketmekte olup ümmetin yanında duracak ve acılarından kurtaracak hiç kimse yoktur.

Ama bu uzun sürmeyecektir; çünkü tiranların yönetimi yakında sona erecektir. Kerim Peygamberimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in hadisi şöyle devam etmektedir: ...ثُمَّ تَكُونُ مُلْكاً جَبْرِيَّةً فَتَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ، ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا، ثُمَّ تَكُونُ خِلَافَةً عَلَى مِنْهَاجِ النُّبُوَّةِ. ثُمَّ سَكَتَSonra zorba diktatörlük olacaktır. Böylece Allah’ın olmasını dilediği kadar olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra (yeniden) Nübüvvet Minhacı üzere (Raşidi) Hilafet olacaktır.” Sonra sükût etti. …”

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan

Eldar Hamzin

Devamını oku...

Ahmed Şara’nın Konuşması ve Kahramanlık Yanılsaması Hakkında Bir Okuma

  • Kategori Makaleler
  •   |  

Ahmed Şara’nın Konuşması ve Kahramanlık Yanılsaması Hakkında Bir Okuma

Ahmed Şara, hala kendisi için türettiği ve acı çeken Suriye halkını da ikna etmeye çalıştığı yanılsamanın içinde boğulmaya devam ederek kendisini, ülkeyi Esad rejiminin pençelerinden kurtaran bir kurtarıcı ve halaskar olarak sunuyor; konuşmalarında kendisini büyük savaşlardan muzaffer olarak çıkmış bir kahramanmış gibi gösteriyor. Ayrıca başkalarından önce Suriyelilerin bildiği gerçekleri göz ardı ederek büyük başarılara imza atmış birinin özgüveniyle konuşuyor.

İnkar edilemez gerçek şu ki Ahmed Şara, başta Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın kapısıyla giren Washington olmak üzere uluslararası ve bölgesel tarafları bir araya getiren gizli koordinasyon ağı olmasaydı, Suriye halkının karşısına çıkıp “zafer” olarak adlandırdığı şeyi ilan edemezdi. İşte gözlerden uzak olan bu koordinasyon, onun için bir zemin hazırlamış ve ezilen halkları aldatması için ona alan açmıştır.

Bu gerçeklere rağmen Ahmed Şara, halkın iradesine veya bağımsız karar almaya değil, harici anlaşmalara ve iç içe geçmiş çıkarlara dayanan sahte bir zaferin propagandasını yapmaya devam ediyor. Bir siyasi, büyük güçlerin türettiği bir anlatının esiri olduğunda, söylemi gerçeklerden çok uzaklaşır ve onun sunduğu ve bahsettiği "zafer" gerçek değil, mürekkeple yazılmış bir zafer olur.

Mücadelesinde ağır bedeller ödeyen halkların uzun süre aldatılmaları imkansızdır; zira sadece onlar gerçeği vehimden ayırt etmeye ve hainlerle sadık olanların arasını ayırmaya muktedirdir. Nitekim uzun süredir çelişkili anlatılar ve sahte vaatler arasında bocalayan halklar, artık bugün bilinçlerini yeniden kazanma ve yanıltmanın enkazı arasından haklarını kurtarma konusunda her zamankinden daha yeteneklidirler.

Halkların bilinci, bizzat kendileri terk etmedikçe hiçbir gücün yıkmaya güç yetiremeyeceği son kaledir. Dolayısıyla insanlar kendileri için özenle kurgulanmış yanılsamanın boyutunu fark ettiklerinde, iradeyi propagandanın pençesinden kurtarmak ve hafızayı sahte kurtarıcıların anlatılarından özgürleştirmek gibi gerçek kurtuluşa giden yol başlar.

Artık bu halkların bilinçlerini yeniden kazanmalarının ve gerçeği gizleyen yalanların ağırlaştırdığı gözlerle değil, açık gözlerle sahneyi yeniden okumalarının zamanı gelmiştir.

Müslüman halkların hafızası, onların bağrına çöreklenen, insanların bilinçlerini devre dışı bırakan ve ayırt etme yeteneklerini tüketen zorba bir iktidarı miras alan tiranların uzun tarihiyle yüklüdür; öyle ki Müslüman halklar, on yıllarca süren baskı ve saptırmanın ardından, hain ile güvenilir olanın arasını ayırt edemez bir hale gelmişlerdir. Bu yüzden sesler birbirine karışmış, yüzler iç içe geçmiş ve basiretler propaganda, korku ve tahrifatın ağırlığı altında yok olmuş, gerçek batılın kalabalığında kaybolmuş ve böylece gerçeğin yerini içerisine türetilmiş anlatıların pompalandığı şeyler almıştır.

Eğer bugün bu halklar, milletler arasında konumlarını yeniden kazanmak istiyorlarsa, izzet ve güçlerinin kaynağı, onurlarının çiti ve varlıklarının savunucusu olan devletlerinin geri dönmesini talep eden seslerini yükseltmeleri gerekir. Zira milletler sessizlikle inşa edilmez ve boyun eğmekle yeniden tesis edilmez; aksine gafletinden uyanarak tarihinden ve gücünden kopmuş olanı yeniden birleştiren canlı bir iradeyle tesis edilir.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan

Munis Hamid – Irak

Devamını oku...

Gazze Ciddi Bir İnsani Krizin Pençesinde!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Gazze Ciddi Bir İnsani Krizin Pençesinde!

Haber:

El Cezire Net, 21/12/2025 tarihinde şu başlıklı bir haber yayınladı: “Uluslararası gazeteler: Gazze, ciddi bir insani krizin pençesinde ve 112 milyar Dolarlık yeniden yapılanma planına ihtiyaç vardır.” Haberde şöyle geçti: Fransız internet sitesi Mediapart'ın bildirdiğine göre, Gazze Şeridi'ndeki savaş sona ermesine rağmen, son fırtınalar ve yağmurlar ile Yahudi varlığının insani yardımların girişini engellemeye devam etmesi sonucu akut insani kriz derinleştiğinden dolayı oradaki insanlar başka bir savaş yaşıyorlar.

Uluslararası gazeteler ve internet siteleri çeşitli konulara, özellikle de Gazze'deki insani durumun kötüleşmeye devam ettiğine, Amerikan planına göre bölgenin yeniden inşasının maliyetine ve ABD'nin Suriye'deki IŞİD mevzilerine düzenlediği baskınlara dikkat çekmiştir.

Yorum:

Gazze'nin acısını ve elemini abartmak istemiyorum; ama El Cezire'nin, kanalın internet sitesinde onlarca diğer haber arasında kaybolup giden haberi aktarma yöntemi hakkında şunu söylersem abartmış olmam; bu haberler, bu ümmetin çektiği acılar karşısında önemsiz haberlerdir; yani Gazze halkı açlık çekmeye başladığında Gazze'ye şiddetli bir krizin isabet ettiğini hissediyorsun ama yirmi yıl boyunca kuşatma altında kaldığı ve ümmetin de bu kuşatma konusunda sessiz kaldığında bunu hissetmiyorsun. Gazze'deki şiddetli kriz, sanki İslam ümmetinin bedenini paramparça eden tek krizmiş gibi.Keşke kriz bir ilaç krizi olsaydı ve keşke ümmet gerçekten iyi durumda olsaydı, o zaman mesele olduğundan çok daha kolay olurdu.

Bu şiddetli insani kriz, beklenen bir şey değil miydi ey akıl sahipleri? Gazze, iki yıl boyunca uçaklarla, füzelerle ve tanklarla ölürken, ümmet onun için ne yaptı Allah aşkına? Gazze’nin soğuktan veya boğularak öldüğünü görmen, bugün ona bir fayda sağlayacak mı?

Haberi aktaran gayretli kişi şayet samimiyse, o halde bize haberi, ölüm haberini aktaran ve taziyeleri bekleyen biri gibi değil de değişim için motivasyon sağlayacak şekilde aktarması daha iyi olmaz mıydı?!

Ey El Cezire Kanalı, senin bize şiddetli krizden dolayı gerçekleşen ölüm haberini aktarmanın ve 112 milyar Dolarlık yeniden yapılanma anlaşmasını söylemenin Gazze’ye ne faydası var: Yoksa bu, ümmete, endişelenmeyin, krizden sonra 112 milyar olacak demenin ya da insanların açık alanlarda ölmesi karşılığında, tüm dünyanın desteklediği ve sel veya fırtınalardan etkilenmeden savaştan çıkan buluntu varlık için ödenen devasa bir meblağ demenin başka bir yolu mudur?!

Gazetecilerin şu haberi aktarmaları hakkı, görevi ve yükümlülüğüdür: İki yıldır terk edilen Gazze, hala ümmetin, orduların, alimlerin, davetçilerin, etkili kişilerin ve para sahiplerinin, Trump'ın silah, para ve adamlarla desteklediği suçlu işgalin pençesinden Gazze'yi kurtarmak için tüm canlı güçlerini harekete geçirmesini bekliyor. Şimdi de şartlı yeniden inşa ile Gazze halkı küçük düşürülmek isteniyor. Sonra da ümmetin parasıyla Gazze'yi yeniden inşa edeceksiniz ve güvenlik ve yeniden inşanın sıcaklığıyla özgürlük çığlıklarıyla karşılayacaksınız.

Bu, zillete doymuş olan ve izzeti reddeden insanlar dışında bir hayal ürünü değildir! Onların hali, Allah’ın kendilerine mukaddes toprakları vaat ettiği, onlardan peygamberleriyle birlikte oraya girmelerini talep edip onlara zafer vaat ettiği ve onların da sadece şunu söylediği İsrailoğullarının haline benziyor; sen ve Rabbin gidin savaşın... Eğer onlar oradan çıkarlarsa, biz gireceğiz!

Gazze krizde; çünkü ümmet daha büyük bir krizin içinde:zira kuvvet ehlinin arasında ideoloji ve kararlılık için fedakarlık yapma zihniyeti kaybolmuş olup onlar, aşağılanmaya ve katillerinin kendilerine ödediği milyarlarca Dolara saplanmış olmalarına rağmen hazır zafer ve sihirli çözüm isteyen İsrailoğullarının zihniyetine sahiptirler... Allah’tan afiyet temenni ediyoruz.

وَلَقَدْ كَتَبْنَا فِي الزَّبُورِ مِن بَعْدِ الذِّكْرِ أَنَّ الْأَرْضَ يَرِثُهَا عِبَادِيَ الصَّالِحُونَ * إِنَّ فِي هَٰذَا لَبَلَاغاً لِّقَوْمٍ عَابِدِينَ

Andolsun Zikir’den sonra Zebur’da da: "Yeryüzüne salih kullarım vâris olacaktır" diye yazmıştık. Şüphesiz bunda Allah'a kulluk eden bir toplum için yeterli bir mesaj vardır.” [Enbiya 105-106]

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi Radyosu İçin Yazdı
Beyan Cemal

Devamını oku...

Avustralya'da Yahudilerin Öldürülmesi, İslamcı Radikalizmle İlgili Bir Olay Mı Yoksa Mevcut Sistemin İnsanları Koruma Konusundaki Acziyeti Mi?

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Avustralya'da Yahudilerin Öldürülmesi, İslamcı Radikalizmle İlgili Bir Olay Mı Yoksa Mevcut Sistemin İnsanları Koruma Konusundaki Acziyeti Mi?

Haber:

ABD Başkanı Donald Trump, Sidney'de bir Yahudi Hanuka festivalinde 15 kişinin vurularak öldürülmesinden günler sonra "radikal İslamcı terörizme" karşı uluslararası savaş çağrısında bulundu.

Trump, Salı günü Beyaz Saray'da düzenlenen Hanuka resepsiyonunda, "Tüm uluslar radikal İslamcı terörizmin kötü güçlerine karşı birleşmeli ve biz de bunu yapıyoruz" dedi.

Sacid Akram ve oğlu Naveed, geçen Pazar akşamı popüler bir plajda Hanuka bayramını kutlayan kalabalığa ateş açarak 15 kişiyi öldürdü. (Mountains Site)

Yorum:

Avustralya'da Yahudileri hedef alan öldürme, medyada ve siyasette büyük bir tartışma dalgasına yol açtı ve Batı'daki bazı söylemler -her zamanki gibi- tam soruşturmaları veya bağlamın daha derinlemesine okunmasını beklemeden aceleci sonuçlara vararak suçu sözde "İslamcı radikalizmle" ilişkilendirdi.Ancak bu olayın aceleci bir şekilde ele alınması, suçun gerçeğini ortaya koymaktan ziyade, mevcut sistemin insanları koruyama konusunda acziyeti ve modern devletin hem çoğunluğu hem de güvenliği yönetme konusunda başarısızlığı gibi daha derin bir krizi gözler önüne sermektedir.

Öncelikle vurgulanması gereken şey, İslam'ın, dini ve milliyeti ne olursa olsun bir nefsi öldürmeyi kesinlikle haram kıldığı ve masum insanlara saldırmayı en büyük suçlardan biri olarak kabul ettiğidir.Özellikle kesin hukuki kanıtın bulunmadığı durumlarda, tek bir kişinin işlediği suçtan tüm bir dini sorumlu tutmak ahlaki, hukuki ve akli olarak imkansızdır.Bu spontane bağlantı bir analiz değil, politikalara hizmet eden siyasi bir propagandadır.

Avustralya'da yaşananlar –birçok Batı ülkesindeki benzer olaylarda olduğu gibi– güvenlik ve sosyal sistemdeki, ailelerin dağılması, psikolojik krizler, şiddetin yayılması ve güç ve çıkar mantığı lehine ahlaki değerlerin rolünün gerilemesi gibi yapısal bir kusuru yansıtmaktadır. Ancak rejimler bu gerçek nedenlerle yüzleşmek yerine, daha kolay olan yolu seçerek "İslam’ı" şeytanlaştırıp onu günah keçisi olarak sunmuşlardır.

Bundan daha da tehlikeli olanı, bu söylemin "aşırılıkla mücadele" bahanesiyle baskıyı genişletmeyi, kontrolü sıkılaştırmayı ve özellikle Müslümanlar için özgürlükleri kısıtlamayı haklı çıkarmak için kullanılırken, şiddetin gerçek kökenlerinin ise çözülmeden bırakılmasıdır. Böylece güvenlik, tüm insanları korumaktan seçici siyasi bir araca dönüşmektedir.

Bu olay bir kez daha, ahlakı siyasetten ayıran ve dini kamusal alandan dışlayan devletin gerçek güvenlik üretmekten aciz olduğunu ortaya koymuştur.Güvenlik sadece kameralar ve polislerden ibaret değildir; aksine değerler sistemi, adalet, aidiyet duygusu ve kolektif sorumlulukla ilgilidir. Bu temeller sarsıldığında, şiddet bir istisna değil, beklenen bir sonuç haline gelir.

Bugün gerekli olan şey, Müslümanları daha fazla suçlamak değil, aksine mevcut modelin ciddi bir şekilde gözden geçirilmesi ve dışlama ile nefretin güvenliği sağlamadığının, sadece adaletin toplumsal barışın gerçek garantörü olduğunun kabul edilmesidir. Ayrıca medya da ahlaki sorumluluğunu yerine getirmeli ve ne zaman bir suç işlense İslamofobiyi körüklemeyi bırakmalıdır; çünkü bu hiç kimseyi korumaz, aksine korku ve bölünme çemberini genişletir.

İslam Devleti’ne bir bakın; adalet ve eşitlik soyut ahlaki sloganlar olmamış, aksine din veya ırk ayrımı olmaksızın herkese uygulanan bağlayıcı bir yönetim sistemi olmuştur. Kurulduğu günden bu yana İslam Devleti, -Müslümanlar ve gayrimüslimler dahil- tebaanın korunma, güvenlik ve insan onuru hakkında eşit olmaları ilkesine dayanmaktadır; bu ilke,Yahudileri ve diğerlerini "müminlerle birlikte bir ümmet" olarak kabul eden ve ortak hak ve yükümlülükleri garanti eden siyasi bir sözleşme çerçevesinde müminlerin lehine olanın diğerlerinin de lehine olduğunu, müminlerin aleyhine olanın diğerlerinin de aleyhine olduğunu belirten Medine Vesikası’nda somutlaşmıştır.Dini aidiyet, yargı adaleti için bir engel olmamıştır; çünkü yöneticiler ve yönetilenler aynı yargı sistemine boyun eğiyordu ve gayrimüslimler, herhangi bir yetki veya inanç ayrıcalığı olmaksızın kadılar önünde özellikle Halifelerin hasımları olarak duruyorlardı.

Ayrıca İslam Devleti, herkesin haklarını koruyan idari ve yargı sistemi aracılığıyla pratik tabiiyet mefhumunu da pekiştirmiştir; bu yüzden ibadet yerleri korunmuş, inanç özgürlüğü garanti altına alınmış ve devlet, gayrimüslimleri korumayı ve savunmayı üstlenmiş, hatta onlara saldırmak, antlaşmanın ihlali olarak kabul edilmiştir.Adalet, çoğunluk veya güçle bağlantılı olmamış, aksine adalet, siyasi bir görev olmaktan önce dini bir farz olarak daha yüce olan ahlaki bir dengeyle bağlantılıydı.Bu nedenle yüzyıllar boyunca İslam Devleti, Avrupa'nın dini savaşlar ve dışlamayla boğuştuğu bir zamanda, çok dinli ve çok ırklı toplulukları asgari düzeydeki iç çatışmalarla yönetebilmiştir; bu da gerçek istikrarın baskı veya dışlama yoluyla değil, bir insan ile diğerinin arasını ayırmadan kapsamlı adaletle olacağını teyit etmektedir.

Ayrıca İslam Devleti suçla muamele etmede, bireysel sorumluluk ilkesine dayanmaktadır;yani suç, yalnızca failine atfedilir ve onun toplumuna, dinine veya kavmine yüklenmez. Bu da Kur’an’ın şu muhkem kaidesine uygundur: وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَىHiçbir günahkâr diğerinin günahını çekmez.” [Zümer 17] Bu nedenle suçlu kişi, dini aidiyetine bakılmaksızın, haram olan bir fiili veya yasal olarak suç sayılan bir saldırıyı işlerse, kişisel olarak muhasebe edilir, başka hiç kimse onun suçundan sorumlu tutulmaz ve onun dinine veya grubuna mensup halkına toplu ceza uygulanmaz;çünkü İslami tasavvurda adalet, açık yargı prosedürleri içinde sadece bireyi muhasebe etmeye dayanır.

Sonuç olarak –şartlar ne olursa olsun– Avustralya'daki cinayet olayı, “İslamcı terörizmin” kanıtı değildir, aksine ilerici ve insani olduğunu iddia ederken insanları korumaktan aciz olan ve başkalarını suçlamak yoluyla krizden kaçmakta ısrar eden bir sistemin başarısızlığının başka bir kanıtıdır.Gerçek alternatif, silahlar ve hukuktan önce değerlere, adalete ve insanlığa olan saygıyı yeniden tesis etmekle başlar.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Abdulazim Haşlemon

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER