Pazartesi, 16 Rebiu’l Evvel 1447 | 2025/09/08
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Sudan ve Mısır Yöneticilerinin Rönesans (Hedasi) Barajı Konusundaki Girişimleri, Nil Vadisi Sakinlerinin Su Güvenliğini Heba Etmektedir

Mısır ve Sudan Dışişleri ve Su İşleri Bakanlarından oluşan ve 2+2 olarak ikili istişare mekanizması 3 Eylül 2025 Çarşamba günü Kahire’de Dışişleri Bakanlığında bir toplantı düzenledi. Toplantıda Hedasi Barajı dosyasındaki gelişmeler ele alındı. Toplantının ardından yayımlanan ortak açıklamada, tarafların, barajın doldurulması ve işletilmesine dair Etiyopya’nın tek taraflı adımlarının riskleri konusunda tam bir görüş birliği içinde oldukları ifade edildi. Açıklamada ayrıca, barajın güvenlik zafiyetlerine, düzensiz su tahliyesine ve kuraklık durumunda oluşabilecek olası olumsuz sonuçlara da dikkat çekildi.

Biz, Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti olarak, daha bu barajın inşaatına başlamadan önce tehlikelerine karşı uyarıda bulunmuş ve Mısır ile Sudan yöneticilerinin bu barajın inşaatını durdurmaları için ciddi adımlar atması gerektiğini belirtmiştik. Ne var ki tüm uyarılarımızı görmezden gelen yöneticiler, barajın tamamlanarak bir emrivaki haline gelmesine seyirci kalmışlardır.

Bu gerçeklik karşısında, önemle aşağıdaki gerçeklerin altını çiziyoruz:

Birincisi: Mısır ve Sudan halkının su haklarını peşkeş çekenler, bizzat Mısır ve Sudan yöneticileridir. Mart 2015’te imzaladıkları sözde “İlkeler Deklarasyonu” ile Etiyopya’ya barajı inşa etme hakkını tanımışlar ve böylece Sudan ve Mısır’ın tarihi haklarından ve su paylarından feragat etmişlerdir.

İkincisi: Barajın inşası tamamlandıktan sonra şimdi çıkıp barajın risklerinden bahseden bu mekanizma, aslında göz boyamaktan, Sudan ile Mısır halklarını yanıltmaktan ve onlara çıkarlarını savunan rejimler varmış gibi bir algı yaratmaktan başka bir şey değildir.

Hizb-ut Tahrir, söz konusu riskleri daha önce forumlarında ve konferanslarında gündeme getirmiş, ardından Eylül 2017’de yayımladığı ‘Hedasi Barajı, Su Savaşlarının Habercisi, Yöneticilerin İhmali ve Ümmetin Görevi’ adlı kitapçıkta, uzmanların ve ilgili kişilerin görüşleriyle destekleyerek ayrıntılı biçimde ele almıştır. Ancak o dönemde, Sudan rejiminin güdümündeki medya organları ve kalemşorları bu tehlikeleri yalanlamış ve barajın Sudan halkının menfaatine olduğunu öne sürmüşlerdir! Ne tuhaf! Dün reddettikleri riskleri, bugün kendi dilleriyle itiraf ediyorlar!

Üçüncüsü: Mısır ve Sudan yöneticileri, halklarının hakkını peşkeş çekip Etiyopya’nın Hedasi Barajı’nı inşa etmesine göz yumduktan sonra kamuoyunu barajın yönetimi ve işletilmesi tartışmalarıyla meşgul ettiler. Böylece insanlara, sanki asıl mesele buymuş gibi bir algı verdiler. Etiyopya onları daha da rezil etmek için bu göstermelik konuda bile onlarla konuşmaya tenezzül etmemiştir. Çünkü Etiyopya, Mısır ve Sudan yöneticilerinin Amerika’nın karşısında esamesi okunmadığını çok iyi biliyor. Trump’ın 15 Temmuz 2025’te Beyaz Saray’da sarf ettiği şu sözler her şeyi gözler önüne seriyor: “O barajın arkasında da, parasının arkasında da biz varız. Neden barajı inşa etmeden önce sorunu çözmediler bilmiyorum, ama Nil’de su olması güzel bir şey.” Nil Nehri’nde suyun bırakılmasını bir tür lütuf gibi sundu.

Dördüncüsü: Şüphesiz, Etiyopya ve arkasındaki Amerika ve Yahudi varlığı, Nil Nehri’ni tamamen kuruttuktan ve Mısır ile Sudan’ın su güvenliğini tümüyle ele geçirdikten sonra ancak rahat bir nefes alacaklardır. Nitekim Hedasi Barajı Koordinasyon Ofisi Başkanı Arigawi Berhe, 23 Temmuz 2025’te basına yaptığı açıklamada, “Rönesans Barajı yolun sonu değildir ve Etiyopya tek bir barajla yetinmeyecektir” ifadelerini kullanmıştır. Bu açıklamasıyla Berhe, ülkesinin yeni barajlar inşa etme hususunda kararlılıkla ilerlediğine atıfta bulunmaktadır. Bahsedilen barajlar, depolama kapasitesi yaklaşık 200 milyar metreküp olarak tahmin edilen Karadobi, Beko Abo ve Mendaya barajlarıdır. Etiyopya’yı bu konuda cesaretlendiren şey ise Sudan ve Mısır yöneticilerinin zayıf duruşudur.

Beşincisi: Sudan, Mısır ve Etiyopya’daki mevcut yönetimler aslında Beyaz Saray’daki efendilerinin emirlerini yerine getiren işlevsel rejimlerdir. Mısır ve Sudan yöneticilerinin, halkları için taşıdığı büyük tehlikeye ve su haklarını kaybetmelerine rağmen barajın inşası karşısındaki bu pısırık tavırlarının sebebi işte budur.

Sonuç olarak, Sudan halkı şunu bilmelidir ki, bu işlevsel rejimler, Batılı sömürgeci güçlerin projelerine hizmet etmektedir. Ülkemizin kaynaklarını, topraklarını ve su güvenliğini hedef alan bu hoyratlığa, ancak Nübüvvet metodu üzere Raşidi Hilafet Devleti dur diyebilir. Hilafet, sömürgeci kafirin nüfuzunu ülkemizden söküp atacak hem ülkenin hem de kulların güvenliğini sağlayacak, onları tehlikelere karşı koruyacak, tarihiyle dünyaya nam salmış en büyük devlete karşı çer çöp devletlerin saygısızlık yapmasına son verecektir.

O halde gelin ey Sudan halkı, Rabbinizin rızası için, izzetiniz için ve sizin işlerinizle ilgilenen ve maslahatlarınızı gözeten bir sistemin gölgesinde onurlu bir yaşam sürmeniz için Hizb-ut Tahrir ile birlikte çalışın.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا لِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ“Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’ın ve Rasûlü’nün çağrısına uyun ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Yine bilin ki, O’nun huzurunda toplanacaksınız.” [Enfal 24]

Devamını oku...

El Faşer Halkı Açlıktan Kırılırken Hükümetin Adré Sınır Kapısını Açık Tutması Kimin Yararına?

Sudan hükümeti, salı günü yaptığı açıklamada batı sınırında Çad’a açılan Adré sınır kapısının yıl sonuna kadar insani yardım kuruluşlarına açık kalacağını bildirdi. Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan yazılı açıklamada, bu adımın “hükümetin ülke genelindeki ihtiyaç sahiplerine insani yardımların ulaştırılmasını sağlama taahhüdünün bir teyidi” ve “insani faaliyetleri kolaylaştırmaya yönelik bir iyi niyet göstergesi” olduğu belirtildi.

Adré sınır kapısı, Sudan ile Çad arasındaki en hayati ve önemli sınır kapılarından biridir. Her ne kadar hükümet, Hızlı Destek Güçleri’nin bu kapıyı insani yardım kisvesi altında askeri lojistik ve silah kaçakçılığı için kullandığını iddia etse de, Ağustos 2024’ten bu yana kapının açık kalma süresini her üç ayda bir düzenli olarak uzatmaktadır. Görünüşe göre bu son uzatma kararı da, Amerika’nın bölgedeki piyonlarının yoğun baskısı altında alınmış olup, geçidin Hızlı Destek Kuvvetleri için kalıcı bir ikmal hattına dönüştürülmesi amaçlanmıştır! Hükümet, isim vermeden bazı ülkeleri ve uluslararası kuruluşları Adré sınır kapısını Hızlı Destek Güçleri’ne askeri mühimmat ve yakıt taşımak için kullanmakla suçladı. Nitekim Sudan’ın BM Temsilcisi Haris İdris, 26 Mayıs 2024’te ‘insani yardım’ görüntüsü altında 25 askeri araç ve sekiz silah yüklü kamyonun geçtiğini, 2 Haziran’da ise aynı kapıdan El Cenîne’ye sekiz kamyonun daha askeri malzemeyle girdiğini açıkladı ve tüm bu kanıtları BM Güvenlik Konseyi’ne sundu!

Bu gerçeklik, Amerika ve onun Birleşmiş Milletler gibi kurumlardaki piyonlarının, “insani yardım” paravanı altında Hızlı Destek Kuvvetleri’ni (HDK) güçlendirmek, böylece Darfur’un tamamı üzerinde hâkimiyet kurmasını sağlamak ve nihayetinde bölgenin ayrılmasına zemin hazırlamak istediğini göstermektedir. Bu yöntem, Güney Sudan’ın ayrılmasında kullanılan senaryonun tıpatıp aynısıdır; o zaman da sözde insani yardım kutuları içinde isyancılara silah sokulmuştu. Asıl ilginç olan, hükümetin bütün bunları bilmesine rağmen ABD baskısına boyun eğip bu kapıyı açık tutmaya devam etmesidir! Kaldı ki, dillerinden düşürmedikleri insani yardım, aslında gerçek ihtiyaç sahiplerine ulaşmıyor. O halde soruyoruz: El Faşir’de insanlar açlık ve koleradan kırılırken, HDK’nin bir yılı aşkın süredir süren kuşatması yüzünden mülteci kampları ölüm tarlalarına dönüşürken, hükümet Adré kapısını kimin çıkarı için açık tutuyor?

Hükümetin asıl görevi, daha önce Güney Sudan’da yaşandığı gibi, Darfur’u Sudan’ın gövdesinden koparmayı hedefleyen bu hain Amerikan planına engel olmaktır. Hükümet, sömürgeci ve kafir Batı’nın, özellikle de Amerika’nın dayatmalarına boyun eğmemeli; aksine, El Faşer kuşatmasını kırmak ve ülke toprağının her karışını isyancılardan temizlemek için ciddi bir çaba göstermelidir. Hükümet bunu yapabilecek güçtedir.

Sudan’daki halkımıza düşen şer’i görev ise, bu yöneticilerden hesap sormak, onları zorla da olsa hakka döndürmek ve bu düzeni değiştirmek için harekete geçmektir. Bunun yolu da Nübüvvet metodu üzere Hilafet’i kurarak İslami hayatı yeniden başlatmak için ciddiyetle çalışmaktır. Hilafet, kafirlerin entrikalarına dur diyecek ve ülkemizin birliğiyle oynanan oyunlara son verecektir. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyuruyor:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا للهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ“Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasûlü’ne icabet edin.” [Enfal 24]

Devamını oku...

“Devletin Âlî Menfaatleri” Kendi Evlatlarını Yiyor!

Almanya Şansölyesi, kısa süre önce ‘Alman kimliğinin temel unsuru’ şeklinde ilan ettiği siyasi ideolojinin yarattığı baskılarla karşı karşıya. Her ne kadar Şansölye, devletin âlî menfaati prensibine (ki bu Yahudi varlığına koşulsuz destek anlamına gelir) mutlak bağlılığını defalarca dile getirse de, siyaset ve medyadaki Siyonist lobiler, silah ihracatına getirdiği kısıtlamaları sabote etmek amacıyla organize bir kampanya yürütmektedirler.

Almanya Şansölyesi Friedrich Merz, koltuğuna oturur oturmaz ilk iş olarak Yahudi varlığına ve güvenliğine kayıtsız şartsız bağlılığını ilan etti! Hatta Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu hakkında çıkardığı yakalama kararını bile alenen sorguladı. O günlerde Berlin’deki siyasi iklimde her şey güllük gülistanlıktı. Fakat Berlin’deki o siyasi hava, Federal Şansölyenin 8 Ağustos tarihinde X platformunda yayımladığı gönderiyle aniden değişti. Şansölye paylaşımında, “Bu koşullar altında Alman hükümeti, Gazze Şeridi’nde kullanılabilecek silah ihracatına ikinci bir duyuruya kadar onay vermeyecek.” değerlendirmesinde bulundu. Şansölye, söz konusu karar öncesinde “rehinelerin serbest bırakılmasının” öncelikli olduğunu ve “İsrail”in Hamas’ın terör eylemlerine karşı meşru müdafaa hakkı bulunduğunu vurgulamasa da kararın ardından kamuoyunda kısa sürede yoğun bir tepki dalgası oluştu. Siyonist Axel Springer medya imparatorluğunun başını çektiği yayın organları, bu hamleyi ‘devlet rasyonelliğinin terk edilmesi’, ‘siyasi istikrarın kaybı’ ve ‘stratejik ihanet’ şeklinde yorumladı. Almanya’daki Yahudiler Merkez Konseyi, tansiyonu daha da yükselterek hükümetin kararını ‘düşmanca bir eylem’ olarak nitelendirdi. Konsey’in açıklamasında şu görüşlere yer verildi: ““İsrail”“ her gün Ortadoğu’daki düşmanlarının saldırısına ve roket saldırısına maruz kalıyor... Şimdi “İsrail”in kendini bu tür tehditlere karşı savunma hakkını ve kabiliyetini elinden almak, onun varoluşunu tehlikeye atmak demektir.” Bu nedenle Konsey, “Alman hükümetine bu yanlış yoldan bir an önce dönme” çağrısı yaptı.

Bununla birlikte, Şansölye açısından çok daha kritik olan, kendi siyasî çevresinden yükselen eleştirilerdir. Konuya hâkim kaynaklara göre, hem meclis grubunda hem kabinede hem de Birlik partileri (CDU/CSU) içindeki ‘çok güçlü çevrelerde’ ciddi bir rahatsızlık söz konusu. Friedrich Merz’in ismini vermek istemeyen bir sırdaşı, durumu ‘CDU’da kazan kaynıyor’ sözleriyle özetledi. Koalisyonun kilit ortağı CSU’nun lideri Markus Söder ise, Şansölye’ye doğrudan destek vermek yerine, kararın gözden geçirilmesini talep etmek ve iç müzakereler çağrısında bulunmak üzere eyalet grup başkanı Alexander Hoffmann’ı, Bavyera’daki grup başkanı Klaus Holetschek’i ve dış politika uzmanı Stephan Mayer’i sahaya sürdü. Üçlü, kamuoyunun karşısına çıkıp kararın gözden geçirilmesini ve parti içi görüşmeler yapılmasını talep etti. CDU Dış İlişkiler Komitesi üyesi Roderich Kiesewetter, Federal Hükümet’in söz konusu kararını hem siyasî hem de stratejik açıdan ciddi bir hata olarak değerlendirdi. Benzer şekilde, CDU milletvekili Carsten Müller de X platformunda yazdığı paylaşımında hükümetin kararını en sert ifadelerle kınadı. Partinin Genel Sekreteri Carsten Linnemann’ın derin bir sessizliğe bürünmesi dikkat çekerken, Meclis Grup Başkanı Jens Spahn ise günler süren bir bekleyişin ardından Instagram üzerinden paylaştığı video mesajında kararı ‘kabul edilebilir’ bulduğunu açıkladı. Bir analistin yorumuna göre bu açıklama, bir grup liderinin şansölyesine verebileceği en düşük düzeyde destek, aynı zamanda en yüksek düzeyde mesafe koyma örneğini teşkil etmektedir.

Saldırılara bir destek de Siyonist Büyükelçi Ron Prosor’dan geldi. Prosor, “Hamas’ın silahsızlandırılmasından ziyade şu anda İsrail’in silahsızlandırılmasının tartışıldığını; bunun Hamas için adeta bir zafer anlamına geldiğini” ifade etti. Ayrıca, Berlin’in mevcut tutumunun Gazze’deki askeri stratejilere ilişkin meşru bir tartışmaya katkı sağlamadığını, bilakis “İsrail”i savunmasız bırakmaya yönelik olduğunu belirtti.” Tartışmaya 10 Ağustos’ta bizzat Netanyahu da katıldı. Netanyahu, Alman Şansölyesini ‘hem yalan haberlerin hem de içerideki farklı grupların baskılarına boyun eğen’ zayıf bir lider olarak nitelendirdi. Baskı kampanyasına Siyonist varlığın medya organları da katıldı. Bu medya kuruluşları, tartışmalar alevlenince, Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir’in daha önceki Almanya karşıtı sert söylemlerini yeniden gündeme getirdiler. Bu yayınlarda, Ben-Gvir’in, Almanya’nın Shoa’dan seksen yıl sonra yeniden Nazizm’i desteklemeye başladığı yönündeki açıklamalarına yer verdiler.

Devletin âli menfaatleri (Staatsräson) kavramı, Kai Ambos’a göre yalnızca hukukun zıttı ve otoriter bir kavram olmakla kalmayıp, Robin Alexander’ın işaret ettiği üzere etkileri Hristiyan Birlik partilerinin çok ötesine taşan bir kimlik siyaseti enstrümanına dönüşmüştür. Kamuoyunda yapılan güncel anketler Almanların %83’ünün silah ihracatına son verilmesini desteklediğini ve %76’sının Gazze’de izlenen siyaseti tasvip etmediğini ortaya koysa da, Siyonist medya organları ve siyasetçilerden oluşan bir grup, Federal Şansölyenin kararına yüklenmekte ve geri çekilmesi yönünde talepte bulunmaktadır! Devletin ali menfaatleri söylemi, siyasi bir silah olarak kullanılmakta ve Siyonist projeye bağlılıklarını deklare etmiş olsalar dahi, en üst düzey siyasi kurum ve onların temsilcileri aleyhine bile yöneltilebilmektedir!

Politik çizginden en ufak bir sapma dahi, etki ajanları, ideolojik olarak indoktrine edilmiş aktörler ve iktidar güdümlü oportünistler öncülüğünde koordineli kampanyaların yürütülmesine yol açmaktadır. Lahey’de bulunan Ulusal Terörle Mücadele ve Güvenlik Koordinasyon Merkezi’nin (NCTV) elde ettiği bulgular da bunu teyit etmektedir: ““İsrail”“, bilinçli dezenformasyon kampanyaları icra etmekte ve Hollanda siyasetini etki altına almaya çalışmaktadır.” Almanya’da ise bu tür kampanyaların etkisi çok daha büyük ve siyasi sonuçları çok daha derindir. Çünkü “devlet çıkarı” anlayışı, Almanya’nın (İkinci Dünya Savaşı sonrası) itibarını yeniden kazanması ve Batı ittifakına bağlılığıyla doğrudan ilişkilidir.

Hizb-ut-Tahrir, Federal Hükümet’i bir kez daha, tutumunu köklü bir şekilde gözden geçirmeye ve Siyonist varlıktan uzaklaşmaya çağırmaktadır. Gazze’deki soykırımın uluslararası ölçekte yol açtığı öfke ve Alman kamuoyundaki değişim ve mevcut eğilimler, Almanya’nın ‘tarihi suçluluk’ paradigmasından çıkıp Ortadoğu politikasında radikal bir dönüşüm yapması için tarihi bir fırsat sunmaktadır. Vereceğiniz karar Almanya’nın geleceğini belirleyecektir: Ya İslam dünyasıyla tarihi bağlarınızı onaracaksınız ya da Filistin’deki katliama ortak olan bir düşman olarak damgalanacak ve yakında kurulacak olan Hilafet Devleti’ne bunun hesabını vereceksiniz!

قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُولُو الْأَلْبَابِ“De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.” [Zümer 9]

Devamını oku...

ABD Stratejisi ve İki Devletli Çözüm

Soru Cevap

ABD Stratejisi ve İki Devletli Çözüm

Soru:

Amerika’nın, Yahudi varlığını İslam coğrafyasının kalbine yerleştirme stratejisinin, tarihsel süreçte büyük ölçüde iki devletli çözüm paradigması üzerine kurulu olduğunu biliyoruz... Ancak Trump döneminde söz konusu stratejiden ya kısmen geri adım atıldığı ya da ya da en iyi ihtimalle rafa kaldırıldığı görülmüş, bu da iki devletli çözümü sorgulanır hale getirmiştir... Örneğin, Trump “Haritaya, Ortadoğu haritasına baktığınızda, İsrail’in bu dev toprak kütlelerine kıyasla küçücük bir nokta olduğunu görürsünüz. O zaman kendi kendime daha fazlasını elde etmenin bir yolu olup olmadığını sordum. Zira gerçekten çok küçük.” açıklamasında bulunmuştur... (19.08.2023 Sky news) Peki tüm bunlar, Amerika’nın iki devletli çözüm projesinin tamamen öldüğü ve artık hükmünü yitirdiği anlamına mı geliyor yoksa hâlâ bir şekilde masada mı tutuluyor? Teşekkürler.

Cevap:

Bu soruya net bir cevap verebilmek için aşağıdaki hususlara bir göz atmamız gerekiyor:

1- 1959 yılında Eisenhower döneminin sonlarına doğru Amerika, (Yahudi varlığını desteklemek, ayakta tutmak ve yanına Filistinliler için bir yapı kurmak şeklinde özetlenebilecek bir) iki devletli çözüm projesini benimsedi. Ardından, başta Mısır rejimi olmak üzere Amerika’nın bölgedeki uşakları, bu ihanet projesini hayata geçirmek üzere faaliyete koyuldu. İşte bu amaçla Filistin Kurtuluş Örgütü kuruldu. Fakat bu Amerikan projesi, Ürdün rejimi üzerinden İngiltere’nin sert bir direnişiyle karşılaştı. İngiltere, Filistin’de yönetim modeli olarak, tıpkı Hristiyanların kontrolündeki laik Lübnan devletine benzer şekilde, Yahudilerin egemen olduğu seküler bir Filistin devleti projesini savundu.

2- Bütün bunlar, Batı Şeria’nın Ürdün’ün, Gazze’nin ise Mısır’ın yönetimi altında olduğu dönemde gerçekleşti. Ancak Haziran 1967’deki tiyatral bir savaşla Batı Şeria, Gazze, Sina ve Golan Tepeleri Yahudi varlığının kontrolü altına girince, tartışmalar, Filistin devletinin kurulmasından ziyade, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararı uyarınca Yahudi varlığının bu işgal edilmiş bölgelerden çekilmesine odaklanmaya başladı. Ardından Amerika, Filistin dosyasını bir süreliğine rafa kaldırdı ve tahrik savaşı için (siyasi süreci harekete geçirme amaçlı kontrollü bir savaş) hazırlıklara başladı. Bu bağlamda, barış sürecini harekete geçirmek amacıyla Ekim 1973 savaşı gerçekleşti ve Enver Sedat başkanlığındaki Mısır rejimi, Eylül 1978’de Camp David Anlaşması’nı imzaladı. Yahudi varlığı, bahsi geçen bu anlaşma uyarınca Sina’dan çekildi. Fakat bu çekilme karşılığında Sina, Yahudi varlığının sınırlarını güvence altına alan, askerden arındırılmış bir tampon bölge statüsünde bırakıldı. İşin ironik tarafı, bugün dahi cani Yahudi varlığının Gazze’de, Sina sınırının hemen yanı başında, insanlığa karşı yürüttüğü soykırım savaşına rağmen Sina hala bu statüsünü devam ettirmektedir!

3- Sonrasında Amerika, rotasını kuzeye çevirdi ve Yahudi varlığına, Filistin Kurtuluş Örgütü’nü Lübnan’dan çıkarmak, onu Yahudi varlığını tanımaya zorlamak ve onunla bir barış anlaşması imzalatmak amacıyla 1982’de Lübnan’ı işgal etmesi talimatını verdi. Bu bağlamda, Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Yaser Arafat, 25 Temmuz 1982’de ‘McCloskey Belgesi’ olarak adlandırılan metni imzaladı ve belgede “Örgütün İsrail’in varlık hakkını tanıdığını” beyan etti. 1988 yılında ise Yaser Arafat, Cezayir’de düzenlenen Filistin Ulusal Konseyi toplantısında ve ayrıca New York’ta Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, Filistin devletinin kurulmasını kabul ettiğini açıkladı... Bunun üzerine, aynı yıl Britanya ve onun işbirlikçisi Ürdün Kralı, Batı Şeria ile olan idarî ve siyasî bağların koparılmasını kabul etti.

4- Bundan sonra Amerika, iki devletli çözüm projesini uygulamaya koymak üzere 1991 yılında Madrid Konferansı’nı düzenledi. Ardından Yahudi varlığını resmen tanıması amacıyla 1993 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü ile Yahudi varlığı arasında Oslo Anlaşması imzalandı... Aynı şekilde, Ürdün’ün kendisine bağlı olan Batı Şeria’dan vazgeçmesi ve sonra da Yahudi varlığını tanıdığını ilan etmesi amacıyla Yahudi varlığı ile Ürdün arasında 26 Ekim 1994 yılında Vadi Araba Anlaşması imzalandı... Amerika, iki devletli çözüm projesini yürürlüğe koymak amacıyla her iki anlaşmaya da (Oslo ve Vadi Araba) sahiplendi ve bünyesine aldı... 2008’in sonunda Bush döneminin sona ermesinin ardından Washington’da Obama yönetimi işbaşına geldi. Obama, iki devletli çözümü bir yıl içinde uygulama koyma ümidiyle, 2 Eylül 2010’da Amerikan himayesinde Filistin Yönetimi ile Yahudi varlığı arasında doğrudan müzakerelerin başlamasını istedi... Fakat müzakereler herhangi bir anlaşmaya varılamadan sona erdi.

5- Obama’nın iki başkanlık döneminin 2016 sonunda sona ermesinin ardından 2017 başında Trump göreve geldi. İlk başkanlık döneminin ardından seçimleri kaybeden Trump, koltuğunu 2021 başında Joe Biden’a devretti. Biden döneminin sona ermesinin ardından yapılan seçimlerde Trump’ın bir kez daha zafer elde etmesiyle 2025 başında yeniden ABD başkanı oldu.

Gerek Trump gerekse Biden dönemlerinde, önceki Amerikan başkanlarından farklı bir üslup izlendiği görüldü. Zira önceki başkanlar, Amerika’nın iki devletli çözüm yaklaşımını duyurduğu ilk andan itibaren genellikle bu çözüme atıfta bulunurlar, ancak kurulması planlanan Filistin devletinin detaylarına pek girmezlerdi... Bu yüzden dar görüşlüler, iki devletli çözümün Filistin topraklarının bir parçası üzerinde Filistinlilere tam egemenliğe sahip bir devlet bahşedeceği gibi boş bir hayale kapıldılar... Fakat Trump ve Biden işbaşına gelince, biraz detaya girip Filistinlilere verilecek devletin; silahsızlandırılmış, sınırlı bir özerk yönetime benzeyen, gücü ve kudreti olmayan, hatta Yahudilerin egemen olduğu bir devlet olduğunu açıkladılar. Aralarında ise sadece söylem netliği veya muğlaklık düzeyi bakımından bazı farklılıklar bulunmaktaydı! İşte bu noktada şu sorular gündeme geliyor: Amerika’nın iki devletli çözüm projesi fiilen sona erdi mi, yoksa sona ermeyip hala yürürlükte mi? Şunu da belirtmek gerekir ki, Yahudilerin Filistin hakkında yaptıkları açıklamaların, insanların (Amerika’nın) ipiyle birlikte ancak bir ağırlığı ve kıymeti harbiyesi vardır. Dolayısıyla, asıl incelenmesi gereken Amerika’nın yaptığı açıklamalardır.

6- Konu dikkatli bir şekilde irdelenip analiz edildiğinde aşağıdaki hususların açığa çıktığı görülür:

A- Trump’ın ilk başkanlık görevine başlamasının hemen ardından, 23 Şubat 2017 tarihinde iki devletli çözüm hakkında yayınladığımız bir Soru Cevap’ta şu ifadeler yer almıştı:

“1- ABD Başkanı Trump’ın tüm uluslararası ve yerel medya organlarının aktardığı ve canlı olarak yayınlanan açıklamalarının metni şöyledir: “Başkan Donald Trump, çarşamba günü yaptığı bir açıklamayla Amerika’nın geleneksel Ortadoğu politikasından ayrıldığının sinyalini verdi. Trump, İsrail-Filistin sorununu çözmek için iki devletli çözümün tek yol olmadığını vurgulayarak, barış getirecekse farklı alternatiflere de açık olduğunu belirtti. Cumhuriyetçi ya da Demokratlardan olsun önceki tüm ABD başkanları, iki devletli çözümü savunmuşlardır. (16.02.2017 France 24) Trump, “İki devlete ve tek devlete bakıyorum. Benim hoşuma gidecek olan iki tarafın da hoşuna giden olur. Benim için ikisi de uyar... İsrail ve Filistin neyden mutlu ise ben de ondan mutlu olurum” dedi. (16.02. 2017 el-Cezire Mübaşir) İlk kez Trump’ın ortaya atıp da içini doldurmadığı ABD’nin tek devlet çözümü, tek bir Yahudi devleti çatısı altında Filistinlilere özerklik verilmesi anlamına mı geliyor? Yoksa bu, Filistinlilerin Yahudi devleti yönetimine ortak olduğu, 1939 yılında İngiltere’nin Beyaz Kitap’ta önerdiği ve İngiliz projesiyle benzerlik arz eden Lübnan tarzı seküler bir devlet modeli midir belirsizdir? İki devletli çözüm projesinin, aslında katıksız bir Amerikan projesi olduğu, ABD’nin bu projeyi 1959 yılında Cumhuriyetçi Başkan Eisenhower döneminde ortaya attığı, sözde uluslararası topluma kabul ettirdiği ve İngiltere’nin önerisi tek devletli çözüme darbe vurduğu biliniyor. Fakat her ne olursa olsun, bu açıklamalar ve bağlamları dikkatle incelendiğinde, Amerika’nın iki devletli çözüm projesinden vazgeçmediği anlaşılır. Nitekim ABD’nin Birleşmiş Milletler Daimî Temsilcisi Nikki Haley, BM Güvenlik Konseyi toplantısının ardından gazetecilere yaptığı açıklamada, “Her şeyden önce kesinlikle biz İki devletli çözümü destekliyoruz. Amerika’nın iki devletli çözümü desteklemediğini söyleyenler yanılmış olur... Kesinlikle iki devletli bir çözümü destekliyoruz. Ama aynı zamanda da, ‘iki tarafı masaya getirmek için neler yapılmalı? Tarafların anlaşması için nelere ihtiyacımız var?’ gibi sorular temelinde kalıpların dışında da düşünüyoruz” dedi. (16.02.2017 Reuters) Bütün bunlar, Trump’ın, Amerika’nın 1959’dan beri resmi politikası olan iki devletli çözümden aslında vazgeçmediğini, sadece baskı kurmak amacıyla farklı bir taktik denemek istediğini gösteriyor... Nitekim ABD büyükelçisi Haley de “Kesinlikle iki devletli çözümü destekliyoruz fakat aynı zamanda kalıpların dışında da düşünüyoruz.” diyerek, farklı bir taktik deneyeceklerini söyledi.

B- Cumhuriyetçi Trump’ın hem ilk hem de ikinci başkanlık dönemlerinde Yahudilere yönelik destek açıklamalarında belirgin bir artış gözlemlendi.

* “ABD Başkanı Donald Trump, Kudüs’ü resmen “İsrail”in başkenti olarak tanıdıklarını duyurdu. Trump, iki devletli çözüm politikasını tamamen terk etmediklerini, ancak bu desteğin ancak her iki tarafın da (“İsrailliler” ve Filistinliler) bunu onaylaması şartına bağlı olduğunu vurguladı...” (06.12.2017 BBC)

*ABD Başkanı Trump, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu toplantıları marjında yaptığı açıklamada, “Filistinliler ve “İsrail” için en iyi seçeneğin iki devletli çözüm olduğuna inandığını” belirtti ve “İlk başkanlık dönemim sona ermeden önce bunu başarabilmek benim en büyük hayalim.” diye de ekledi. (26.09.2018 BBC)

* ABD Başkanı Trump, “Haritaya, Ortadoğu haritasına baktığınızda, İsrail’in bu dev toprak kütlelerine kıyasla küçücük bir nokta olduğunu görürsünüz. O zaman kendi kendime daha fazlasını elde etmenin bir yolu olup olmadığını sordum. Zira gerçekten çok küçük.” açıklamasında bulundu... (19.08.2023 Sky news)

* “Pazar günü Super Bowl’a katılmak üzere Florida’dan New Orleans’a giderken, Air Force One uçağında basın mensuplarına açıklamalarda bulunan Trump, Gazze’yi kontrol etme ve Filistinlileri zorla göç ettirme planına bağlı olduğunu bir kez daha vurguladı.” (10.02.2025 BBC) On gün sonra yaptığı bir başka açıklamada ise, Filistinlilerin Gazze’den zorla tehcirine yönelik bir planı dayatmayacağını, bunun yalnızca bir ‘öneri’ olarak gündeme getirileceğini ifade etti. (21.02.2025 CNN) Bu, basitçe bir kelime oyunundan ibarettir. Buna düpedüz laf cambazlığı denir!

C- Öte yandan, Demokrat Partili Biden’ın açıklamalarına bakıldığında, Yahudileri destekleme konusunda bazen Trump’ın yaptığı açıklamaları bile solladığı görülür:

* Trump’ın seçimleri kaybedip 2021’in başında koltuğu Biden’a devretmesiyle birlikte, Amerika yeniden, bir şekilde şekli ve coğrafi konumu tanımlanmayan bir Filistin devletinin kurulması fikrini dile getirmeye başladı. Nitekim ABD Başkanı Joe Biden, 3 Eylül 2024’te gazetecilere yaptığı açıklamada, “İki devletli çözümün farklı modelleri var. Birleşmiş Milletler üyesi olan, ama bir ordusu bulunmayan birçok ülke var” dedi. Yani Biden, Filistinliler için o modellerden, silahlı kuvvetleri olmayan bir devlet modeline, yani bir özerk yönetime veya benzeri yapıya atıfta bulunmaktadır!

* Aksa Tufanı operasyonunun ardından 18 Ekim 2023 tarihinde Tel Aviv’i ziyaret eden ve Yahudi yetkililerle görüşen ABD Başkanı Biden, yaptığı açıklamada, ““İsrail”, Yahudiler için yeniden güvenli bir yer olmalı. Bir “İsrail” olmasaydı, bir tane icat etmek zorunda kalırdık.” ifadelerini kullandı. (18.10.2023 El Cezire)

* Beyaz Saray’da gerçekleştirilen Hanuka (Yahudi Işık Festivali) resepsiyonunda konuşan ABD Başkanı Biden, “Siyonist olmak için Yahudi olmak zorunda değilsiniz ve ben bir Siyonist’im” dedi. (12.12.2023 Şarku’l Avsat)

7- Daha önce yayınlanan Soru-Cevap, bu açıklamalar ve tutumlar dikkatle incelendiğinde, Trump ile Biden’ın pozisyonları arasında, konunun özüne zerre kadar etki etmeyen bazı taktiksel ve üslupsal farklılıklar dışında ciddi bir fark olmadığı anlaşılır... Dolayısıyla ABD, bu meseleyi iki devlet paradigması çerçevesinde yürütmektedir: Bir tarafta, Filistin’in büyük bölümünde, kendisini mali, askeri ve uluslararası alanda desteklediği, hatta Müslüman ülkelerdeki ajanı ve uşağı olan yöneticiler aracılığıyla bölgesel olarak da desteklediği bir Yahudi devleti... Diğer tarafta ise, Filistin’in geriye kalan küçücük bir toprak parçası üzerinde, silahsızlandırılmış, egemenliği Yahudilerin elinde olan ve adı ‘devlet’ ama aslında ‘özerk yönetimden’ farksız olan bir Filistin yapısı! “Filistin Yönetimi ya da ajan yöneticiler” ona Filistin devleti deseler de bu, hakikati değiştirmez. Zira Amerika, Filistin’in küçücük bir parçası üzerinde bile olsa tam egemenliğe sahip bir devletten ziyade Yahudi hegemonyası altında silahsız ve sadece polis gücüne izin verilen bir özerk yönetime benzer bir yapı arzulamaktadır! Hem Trump hem de Biden dönemlerinde, her ne kadar Trump döneminde daha belirgin olsalar da, Yahudi varlığını sağlamlaştırmaya yönelik yukarıda zikrettiklerimizi teyit eden iki temel faktör ön plana çıkmıştır:

Birincisi, bugün bile hâlâ devam eden bu faktör, Yahudi varlığının güçlendirilmesi ve çevresindeki tüm ülkelere karşı askeri üstünlük sağlayan büyük bir güç olarak devam etmesi amacıyla para ve silahla desteklenmesi üzerine kuruludur.

İkincisi ise, Trump’ın ‘Abraham Anlaşması’ adını verdiği normalleşme sürecidir. Trump, ilk başkanlık döneminde normalleşme sürecinde önemli bir mesafe kat etmişti, şimdi ise bu süreci tamamlamayı istemektedir. Bu amaçla Amerikalı diplomatlar, yalnızca Suudi Arabistan’ı söz konusu “Abraham” Anlaşmalarına katılmaya ikna etmek için değil, aynı zamanda Yahudi varlığı ile Suriye ve Lübnan arasında hâlihazırda yürütülmekte olan müzakerelere yol açmak ve fiilen altyapısını yapmak amacıyla bölgede yoğun bir mekik diplomasisi yürütmektedir. Amerika, Müslüman ülkelerindeki diğer işbirlikçi yöneticileri de kapsayacak şekilde çemberi genişletmek istemektedir!

Netice itibarıyla, Amerika, iki devletli çözüm politikasından vazgeçmemiştir. Sadece Trump ve Biden dönemlerinde Filistin devleti dedikleri şeyin, Yahudilerin hegemonyası altında bir tür özerk yönetimden ibaret olduğunu açıklamıştır... Önceki başkanlar ise, Filistinliler için istedikleri devletin mahiyetine (özünün ne olduğuna) girmeksizin yalnızca iki devletli çözümden bahsetmişlerdir!

8- Son olarak, şüphesiz Filistin, Müslümanların tarihinde paha biçilmez bir inci gibidir. Yüce Allah, bir gece Rasûlü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya götürerek, Filistin ile Mescidi Haram’ı tek bir bağ ile birbirine bağlamıştır.

سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِّنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ “Kulunu bir gece Mescidi Haram’dan, kendisine bir kısım ayetlerimizi göstermek için, çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir.” [İsra 1] Böylelikle Filistin’i temiz ve mübarek bir toprak kılmıştır. Yüce Allah, Hicret’ten on altı ay sonra Müslümanları ikinci kıblelerine (Kâbe’yi Şerif) yöneltmeden önce Beyt’ül Makdis’i ilk kıbleleri kılarak Müslümanların yüreğini Filistin’in kalbine (Beyt’ül Makdis) bağlamıştır. Bu olay, Filistin, İslam’ın hâkimiyeti altına girmeden önce gerçekleşmiştir. İkinci Halife Ömer bin Hattab RadıyAllahu Anh hicretin 15. yılında Filistin’i fethederek Sofronius’tan teslim almış ve kendisine tarihe altın harflerle yazılan o meşhur ‘Ömer Ahitnamesini vermiştir. Bu ahitnamede, oradaki Hristiyanların isteği üzerine, orada ‘kendileriyle birlikte Yahudilerin yaşamaması’ şartı ve hükmü yer almaktadır... Daha sonra Filistin, Haçlılara ve Moğollara mezar oldu... Filistin’de Hittin (H.583 M.1187) ve Ayn Calut (H.658 M. 1260) gibi Haçlılara ve Moğollara karşı kritik savaşlar yaşandı. Allah’ın izniyle, bu muharebeleri Filistin’i saf ve temiz bir şekilde tekrar İslam yurduna döndürmek için Yahudilere karşı nihai ve belirleyici başka savaşlar izleyecektir.

Yahudi varlığının Filistin’de günümüze değin varlığını sürdürmesi, güçlü olmalarından kaynaklanmamaktadır. Zira Yahudiler, savaş ve zafer topluluğu değildir. Nitekim Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:

لَنْ يَضُرُّوكُمْ إِلَّا أَذًى وَإِنْ يُقَاتِلُوكُمْ يُوَلُّوكُمُ الْأَدْبَارَ ثُمَّ لَا يُنْصَرُونَ  “Onlar incitmekten başka size bir zarar veremezler. Sizinle savaşa koyulurlarsa, geri dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da edilmez.” [Ali İmran 111] Aksine onların ayakta kalmaları ve varlıklarını sürdürmeleri, Müslüman ülkelerdeki yöneticilerin vurdumduymazlığından ve gevşekliğinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla Müslümanların esas trajedisi ve musibeti, yöneticileridir; çünkü onlar, İslam ve Müslüman düşmanı sömürgeci kâfirlerin bir numaralı dostudurlar... Bu yöneticiler, Yahudi varlığının Filistin’i işgal ettiğini, vahşice suçlar işlediğini ve her türlü katliamı yaptığını hem görüyor hem de duyuyorlar ama buna rağmen, sanki hiçbir şey görmemiş ve duymamış gibi üç maymunu oynuyorlar.

صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَرْجِعُونَ “Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple onlar geri dönemezler.” [Bakara 18] Yöneticiler, günden güne şehit ve yaralı sayısı çığ gibi büyüdüğü ve çoğaldığı halde bugüne değin orduların Haşim Gazze’deki kardeşlerinin yardımına koşmasını engellemişlerdir... Yöneticiler, olup biteni sadece izliyorlar. İçlerinden en aklı başında olanları ise, şehitlere ölü, yaralılara da yaralı diyorlar; güya tarafsız biriymiş gibi davranıyorlar ama aslında Yahudilere daha yakındırlar! Kuşkusuz onlar, ‘koltuk’ sevdasını ülkelerinden ve halklarından daha üstün tutmaktadırlar! Ancak yine de bu ümmet, insanlık için çıkarılmış en hayırlı ümmettir. Allah’ın izniyle, bu Ruveybidaların ceberut saltanatına uzun süre sessiz kalmayacaktır. Zira İmam Ahmed ve Tayalisi’nin Müsned’lerinde Huzeyfe b. Yemân’dan rivayet ettiği bir hadiste, Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, bu ceberut saltanattan sonra Raşidi Hilafetin geri döneceğini müjdeledi:

ثُمَّ تَكُونُ مُلْكاً جَبْرِيَّةً، فَتَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ، ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا، ثُمَّ تَكُونُ خِلَافَةٌ عَلَى مِنْهَاجِ نُبُوَّةٍ  “Daha sonra ceberut bir saltanatlık olacaktır. O da Allah’ın dilediği kadar olacak, sonra kaldırmak istediği zaman da kaldıracaktır. Sonra, nübüvvet metodu üzere bir Hilafet olacaktır.” İşte o gün geldiğinde, Müslümanlar yeniden izzete kavuşacak, kâfirler ise zillete mahkûm olacaklardır!

وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَ * بِنَصْرِ اللَّهِ يَنْصُرُ مَنْ يَشَاءُ وَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ “O gün Allah’ın zafer vermesiyle müminler sevinecektir. Allah, dilediğine yardım eder. O, mutlak güç sahibidir, çok merhametlidir.” [Rum 4-6] İşin garip ve şaşırtıcı yanı, kâfirler ve özellikle de Yahudiler, günümüz Müslümanlarının birçoğunun idrak ettiğinden daha fazla bu gerçeği idrak etmektedir... Yahudiler, Hilafet’in kendi sonları ve yıkımları anlamına geldiğinin çok iyi bilincindedir. Nitekim Yahudi varlığı Başbakanı, 21 Nisan 2025’te El Cezire dahil çeşitli medya kuruluşları tarafından canlı yayınlanan basın toplantısında, “Birkaç kilometre ötemizde Akdeniz kıyılarında bir halifelik kurulmasına izin vermeyeceğiz... Ne burada ne de Lübnan’da bir Hilâfet Devleti’nin kurulmasını asla kabul etmeyeceğiz. “İsrail”in bekasını garanti altına almak için elimizden geleni yapacağız.” dedi. Ancak onlar hoşlanmasa da Allah’ın izniyle Hilafet mutlaka kurulacak ve onları bu temiz ve mübarek topraktan silip atacaktır. Çünkü Allah Subhânehu ve Teâlâ’ya sadık, Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e karşı dürüst ve samimi bir parti olan Hizb-ut Tahrir, Allah’a verdikleri söze sadık ve Allah’ın zaferine inanan yiğitlerle birlikte, Hilafeti kurma çalışmalarına önderlik etmektedir.

وَاللَّهُ غَالِبٌ عَلَى أَمْرِهِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ “Allah, işinde galiptir, fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” [Yusuf 21]

H.10 Rabiu’l Evvel 1447
M.02 Eylül 2025

 

Devamını oku...

Gazze İçin Birleşmeliyiz!

  • Kategori Makaleler
  •   |  

Gazze İçin Birleşmeliyiz!

Kudüs 1099'da Haçlılar tarafından işgal edilirken İslam ümmeti Abbasi ve Fatımi Hilafetleri olarak bölünmüş, aralarındaki ihtilaflar ve iç sorunlar nedeniyle zayıf düşmüş bir durumdaydı. Oysa Haçlılar birlik içinde büyük bir ittifak oluşturmuşlardı

Fakat Kudüs 2 Ekim 1187'de Selahaddin Eyyubi tarafından fethedilirken durum tam tersine dönmüş Haçlılar bölünmüş ve aralarında anlaşmazlık içindeyken, İslam ümmeti ise birlik içinde, ittifak halindeydi.

İslam Ümmeti o gün parçalanmış, bölünmüş halde kendi aralarında çatışırken Kudüs’ü koruyamadılar ve Haçlılar karşısında büyük bir yenilgi yaşayarak Kudüs’ü kaybettiler ve Kudüs tam 88 yıl Haçlı işgalinde kaldı.

Ne zaman ki Selahaddin Eyyubi Fatımi Hilafetine son vererek Müslümanları Abbasi Hilafeti altında yeniden birleştirdi, işte o zaman Kudüs yeniden fethedildi ve Haçlı işgali sona erdirildi.

20. yüzyılın başlarında Filistin İngilizler tarafından işgal edildiğinde de Müslümanlar aralarındaki ihtilaflar ve iç sorunlarla bölünmüş, zayıf düşmüş daha sonra da gasıp Yahudi Varlığı’nın Müslümanların göğsüne bir hançer olarak saplanmasına da bu parçalanmışlığın yol açtığı zayıflık sebebiyle engel olamamışlardı.

Bugün de benzer bir durum tekrarlanmaktadır. Aksa Tufanı sonrasında sömürgeci kafirler arasında oluşturulan büyük bir Haçlı-Siyonist ittifakı tarafından Gazze’de 100 binden fazla Müslüman kardeşimiz şehit edilmiş, gece gündüz bitmeyen saldırılarla Gazze bir harabeye ve enkaza dönüştürülmüş, gasıp Yahudi Varlığı’nın abluka ve kuşatmasıyla bir ölüm ve imha kampı haline getirilerek Gazzeli Müslüman kardeşlerimiz açlığa ve ölüme terk edilmiştir.

Ne yazık ki İslam Ümmeti Osmanlının yıkılışı ve Hilafetin ilgasıyla birlikte sınırları sömürgeci kafirler tarafından çizilen ulus devletler tarafından parçalanarak bölünmüş ve birliğini kaybetmiştir.

Ayrıca bu parçalanmışlığın üstüne Müslümanların bir de kendi yaşadıkları ülkelerde aralarındaki fikir, görüş ayrılıklarının yol açtığı ihtilaflardan dolayı farklı cemaatler, tarikatlar, siyasi partiler, sivil toplum örgütleri gibi yapı ve teşkilatlarla da bölünmesi parçalanmışlıklarını daha da derinleştirmiştir.

Bütün bunların sonucunda içinde bulundukları zayıflık ve güçsüzlük daha da artmış, bu zayıflıkla Gazzeli kardeşlerine yardım edemedikleri gibi Ümmetin içinde bulunduğu diğer kriz ve sorunların çözümü konusunda da aciz kalmışlardır.

Yani bugünde İslam’ın ve Müslümanların düşmanı sömürgeci kafirler İslam’a ve İslam Ümmetine karşı ittifak halindeyken, birlik içindeyken Müslümanlar ihtilaf halinde, bölünmüş, birlikten uzak bir dağınıklık içindedirler.

Bu dağınıklık ve zayıflıktan kurtulmak için, yeniden büyük ve güçlü bir ümmet olmak için, sömürgeciler karşısında yaşadığımız yenilgileri onlara geri iade etmek için, unuttuğumuz zaferlerle yeniden gururlanmak için, aramıza örülen duvarları yıkmak için, Gazze’nin ve Ümmetin kurtuluşu için birleşmeliyiz.

وَاَط۪يعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَلَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ ر۪يحُكُمْ وَاصْبِرُواۜ اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِر۪ينَۚ

“Allah’a ve Resûl’üne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz gider. Sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” [Enfâl 46]

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan

Remzi Özer

Devamını oku...

İran Daha Ne Zamana Kadar Bu Saçmalığa Razı Olmaya Devam Edecek?!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

İran Daha Ne Zamana Kadar Bu Saçmalığa Razı Olmaya Devam Edecek?!

Haber:

2 Eylül Salı günü, El Cezire'nin internet sitesinde “İran, anlaşma sağlanması halinde uranyum zenginleştirmeyi azaltmaya hazır olduğunu vurguladı” başlıklı bir haber yayınlandı. Haberde şöyle geçti: “İran Dışişleri Bakanlığı sözcüsü İsmail Bekayi, yeni bir nükleer anlaşma sağlanması halinde, ülkesinin 2015 anlaşmasında öngörüldüğü üzere uranyum zenginleştirme seviyesini %3,67'ye düşüreceğini teyit etti.”

Dün, yani Pazartesi günü İngiliz gazetesi The Guardian'da yayınlanan açıklamalarda şöyle geçti: “Bekayi, ülkesinin nükleer programı ile ilgili yasadışı talepleri kabul etmeyeceğini vurguladı.”

Yorum:

ABD'nin İran'a saldırması, uranyum zenginleştirme tesislerini hedef alması ve Yahudi varlığının İran’a yönelik saldırısını desteklemesi göz önüne alındığında, İran bugün Güvenlik Konseyi'nin daimi üyeleriyle nükleer programı konusunda ne gibi görüşmeler yürütüyor acaba?!

Batı Avrupa ve Amerika, İran'ın kendi şartları dışında nükleer silah edinmesini istemiyorlar; o halde bu, ne tür bir nükleer silah olacak acaba?! Ama onları İran ile anlaşmaya varma konusunda bu kadar açgözlü kılan şey, 1980 yılından bu yana, Cenevre ve diğer Avrupa kentlerinde Amerika ve Yahudi varlığıyla gizli iletişim kanalları açmayı kabul etmiş olması ve bu iletişimlerden sadece çalı dikeni biçmiş olmasıdır!Dolayısıyla Amerika ve Batı, ister Tahran ve Beyrut'taki Amerikan rehinelerin serbest bırakılması olsun, ister Afganistan'ı vurmak ve Irak'ı işgal etmek için İran hava sahasının Amerikan uçaklarına açılması olsun, İran'ın sunduğu hizmetler için onu ödüllendirmediler; aksine İran'ı daha fazla aşağılama ile ödüllendirdiler.

Yahudi varlığı, 1975 yılında Muhammed Rıza Pehlevi'nin Amerikan Başkanı Ford'un nükleer atıklarını 6 milyar Dolar karşılığında getirmesinden bu yana İran'ın nükleer programlarına katılmaktadır. Nitekim Yahudi varlığının son zamanlarda İran'ın en önde gelen nükleer bilim adamlarını öldürmesi, nükleer programla ilgili 50.000'den fazla dosyanın çalınması ve Yahudi varlığının İran'a yönelik saldırılarında İran içinden insansız hava araçlarının katılması bunu desteklemektedir.

Yazar Trita Parsi'nin, ABD'deki Johns Hopkins Üniversitesi'nde danışman Fukuyama'nın denetiminde ve Brzezinski'nin rehberliğinde hazırladığı doktora tezi niteliğindeki "Hain İttifak" adlı kitabı, İran'ın Amerika ve Yahudi varlığıyla olan şok edici ilişkileri hakkında çok şey ortaya koymaktadır. Ayrıca Lübnan-Beyrut Arab Scientific Publishers yayınevinin de aynı kitabın başlığını çarpıtarak "Ortak Çıkarlar İttifakı" olarak yayınlaması da bizi şoke etmiştir!

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan

Müh. Şefik Hamis – Yemen

Devamını oku...

Sessiz Kalmamak, Eylemsiz Kuru Gürültü Çıkarmak Mı Sadece Ey Erdoğan?

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Sessiz Kalmamak, Eylemsiz Kuru Gürültü Çıkarmak Mı Sadece Ey Erdoğan?

Haber:

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Gazze'nin yanında olduklarını belirtti. Erdoğan, “Netanyahu denilen gaddara asla sessiz kalamayız. Bugün çekilen çileler bitecek, zulmün karanlığı yerini adaletin gönüllerimizi ısıtan güneşine bırakacaktır” dedi. (03.09.2025 NTV)

Yorum:

Siyonist ucube varlığın Gazze’de yaklaşık iki yıldır işlediği ve şimdiye kadar 65 bin kişinin şehit olduğu soykırım ve kıyıma sessiz kalmadınız da ne yaptınız ey Erdoğan! 7 Ekim’den sonra canavar Yahudi varlığının Gazze halkına karşı işlediği suçlarına ve soykırıma kuru gürültü çıkarmak dışında kayda değer ne gibi tepki ve misilleme verdiniz ey Erdoğan! Orada burada çıkardığınız boş gürültü maalesef Yahudilerin kıyım ve katliamını durdurmuyor. Sizin gibi güçlü ve devasa ordulara sahip yöneticiler, Yahudilere şeytanın vesvesesini unutturacak bir yanıt vermeyip sadece kuru gürültü çıkardığı sürece Gazze’de işlenen kıyım ve katliam asla sona ermeyecektir. Bugün Gazze’de akan kanı durdurmanın tek bir yolu vardır; savaş. Ama hadiste belirtildiği gibi Yahudilerle savaşı göze alacak yürek ve irade de siz de yok ey Erdoğan! Zaten başkalarına kul ve köle olan birinden, onun şımarık çocuğuna karşı asla savaş ilan etmesini beklemek, ipe un sermek ve şeytan yardım istemek gibi bir şeydir.

Yahudilerin suçlarına ve kıyımına sessiz kalmak istemeyen biri orada burada kürsülerde, meydanlarda, BM platformlarında konuşmak ve uluslararası topluma Gazze’de işlenen soykırımı durdurması için yalvarmak yerine emrindeki ordularını harekete geçirip Yahudilere haddini bildirir ve onları yeryüzünden silip atardı. Bunu yapamayacağınızı siz de adınız gibi çok iyi bildiğiniz için, Müslüman kamuoyunu kandırmak, hadi biraz insaflı davranalım belki de vicdanınızı rahatlatmak için meydanlarda ve çeşitli platformlarda konuşmaktan başka dişe dokunur bir şey yapmıyorsunuz.

Gaddar dediğiniz Netanyahu da sizin konuşmak dışında kendisine şeytanın vesvesesini unutturacak kayda değer bir eylemde bulunmayacağınızı çok iyi bildiği için soykırım ve kıyımına devam ediyor. Kuru gürültünüzü zerre kadar itibar etmiyor zaten itibar edilecek de bir tarafı yok. Zira ‘kellim kellim la yenfa’dan başka bir şey değildir.

Hilkat garibesi Yahudi varlığının Gazze ve Batı Şeria’yı işgal planlarını “sessiz kalmayız” tepkisi asla durduramaz. Bunu siz de çok iyi biliyorsunuz ey Erdoğan! Eğer gerçekten Gazze için, Filistin için, kırmızı çizgimiz dediğiniz Kudüs için, konuşmak dışında bir şey yapmak istiyorsanız vakit kaybetmeden hemen ordularınızı seferber etmelisiniz. O zaman ancak sizin “sessiz kalamayız” sözünün bir karşılığı olacaktır. Aksi halde vicdanınızı rahatlatmak ve kamuoyuna kandırmak dışında “sessiz kalamayız” sözünüzün Allah indinde hiçbir kıymeti harbiyesi olmayacaktır.

Gazze’de akan kan elbet hepimizin yüreğini sızlatıyor. Ama sizin gibi ulusal savunma alanında kaydettiği başarı ile övünen, Boğaz’da savaş gemileriyle arzı endam eden ve devasa ordulara sahip olduğunu söyleyen birinden salt “sessiz kalamayız” sözünü duymak, insanın yüreğini daha da sızlatmakta ve vicdanımızı incitmektedir. Sıradan halk olarak bizler konuşma merciiyiz, yöneticiler olarak sizlerse icraat makamısınız. Bizler konuşuruz sizlerse icraatta bulunursunuz. Konuşmak bize ait, icraatsa size aittir. Ama gel gör ki sizler gerçek yöneticiler olmadığınız, yarı yöneticiler olduğunuz için ve Yahudilere askeri yanıt vermenin efendiniz Amerika’ya yanıt vermek anlamına geleceğini bildiğiniz için ve bu da Mutasım gibi mangal gibi bir yürek ve taş gibi bir iradeyi gerektirdiği için sıradan halk gibi sadece konuşmakla yetiniyorsunuz. Osmanlı hayranı sizin gibi biri, Hilafet tarihindeki yöneticilere baktığında söylemle değil eylemle düşmanlara karşılık verildiğini görecektir. Çünkü onlar, makamlarının söylem makamı değil eylem makamı olduğunun çok iyi farkında olmuşlardır. Onun için Yahudilerin tek bir çaresi ve ilacı vardır. O da demokrasi altında kuru gürültü çıkarmak değil Hilafet altında cihat etmektir. Onların yegâne çaresi işte budur. Bunun dışında hiçbir şey onlara fayda etmeyecektir. Yahudiler tarih boyunca tekdirden anlamamışlardır. Tek anladıkları şey kötektir.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan

Ercan Tekinbaş

Devamını oku...

Yeni Suriye Rejimi İslam’ın Zaruretlere ve Güç Dengelerine Ruhsat Vermesi Mi… Yoksa Tekrarlanan Komplolar ve Tuzaklar Mı?!

  • Kategori Makaleler
  •   |  

Yeni Suriye Rejimi

İslam’ın Zaruretlere ve Güç Dengelerine Ruhsat Vermesi Mi…Yoksa Tekrarlanan Komplolar ve Tuzaklar Mı?!

Suriye Dışişleri Bakanı Esad Şeybani 19 Ağustos 2025'te, Amerikan gözetiminde Paris'te Yahudi varlığından bir heyetle bir araya gelerek, Suriye'nin güneyindeki gerginliğin azaltılması ve 1974 tarihli ayrılma anlaşmasının yeniden aktif hale getirilmesi de dahil olmak üzere bir dizi dosyayı görüştü. Bu görüşmenin duyurulmasının ardından, Suriye devrimini ve Beşar ve rejiminin devrilmesini destekleyenler, özellikle de İslami değişimi, İslam'ın uygulanmasını ve dünya çapındaki Müslümanların davalarının desteklenmesini arzulayanlar arasında tartışmalar çıktı. Bu kişiler, görüşme ve müzakereleri, güç dengesi ve Suriye'deki tükenmiş ve yıkılmış iç durumlar da dahil olmak üzere birçok gerekçelerle haklı gösterenler ile bu görüşmeleri reddedenler ve bu görüşmeleri bir ihanet, boyun eğme ve ajanlık politikalarının devamı ve Suriye halkının özlemlerinin ve enerjisinin yok edilmesi olarak görenler arasında kalmıştır.

Müslümanlar ve halklarının, benzer eylemler ve durumlar ile aldatılmaları ilk, ikinci değil birçok kez olmuştur; oysa Müslümanlar ve halkları bu eylemlerde ve durumlarda, baskı ve köleliğin zincirlerinden kurtulma ve hayal edilemez zulümden kurtuluş olasılığını gördüler ve bunlarda zaferler ve arzularının gerçekleşmesini hayal ettiler. Sonra olaylar, onların entrika çeviren düşmanların ve ajanların komplolarının kurbanı olduklarını ortaya çıkardı ama bu düşmanlar ve ajanlar, tuzaklarını tekrarlamayı ve komplolarını kurmayı alışkanlık haline getirdiler ve komplolarının çoğunda da başarılı oldular. Herhangi bir nedenden veya başka bir şeyden dolayı tökezlediklerinde, komplolarına başvurup onun etrafında dönerek halklara daha fazla zulmedip boyun eğdirmeye, üzerlerindeki baskı ve aşağılama zincirlerini daha da sıkılaştırmaya başladılar. Peki sebep veya sebepler nelerdir? Sorumlu olan kimdir? Bu durum ne zamana kadar sürecek ve tekrarlanmaya devam edecek mi?

“Bu durum ne zamana kadar sürecek?” sorusunun açıklaması konusunda bir şey söylemek nafile? Zira bu, süre veya zamanla ilgili değildir, aksine benzer komplo tuzaklarına tekrar tekrar düşmenin nedenleriyle ilgilidir; gerekli olan cevap ise, bu nedenleri ortadan kaldıracak durumların açıklanmasıdır.

Evet, bunlar, ölümcül baskı ve aşağılama da dahil olmak üzere yüz yıldan fazla bir süredir her yıl tekrarlanan hileler ve aldatmalardır.Buna rağmen bu nedenlerin kaldırıp atılması, bunlardan dolayı tövbe edilmesi, dolayısıyla Allahu Teala'nın şu kavlini tasdik ederek bunların zorlu sonuçlarının dikkate alınması söz konusu değildir: إِنَّ الَّذِينَ اتَّقَوْا إِذَا مَسَّهُمْ طَائِفٌ مِنَ الشَّيْطاًنِ تَذَكَّرُوا فَإِذَا هُمْ مُبْصِرُونَTakvaya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah'ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler.” [Araf 201] Aynı şekilde Allahu Teala’nın şu kavlini: اَوَلَا يَرَوْنَ اَنَّهُمْ يُفْتَنُونَ ف۪ي كُلِّ عَامٍ مَرَّةً اَوْ مَرَّتَيْنِ ثُمَّ لَا يَتُوبُونَ وَلَا هُمْ يَذَّكَّرُونَOnlar, her yıl bir veya iki kez (çeşitli belâlarla) imtihan edildiklerini görmüyorlar mı? Sonra da ne tevbe ediyorlar ne de ibret alıyorlar.” [Tevbe 126]

Burada gerekli olan araştırma ve cevap, yeni Suriye rejiminin, onun cumhurbaşkanının ve ekibinin gerçekliğini derinlemesine incelemek değildir, çünkü bu zaten açıktır. Ayrıca Dışişleri bakanı ile Yahudi varlığının içişleri bakanı arasındaki görüşmeyi analiz etmek, ya da bu görüşmenin Amerikan gözetiminde olduğu gerçeğini incelemek de değildir.Eğer bu bariz konular araştırmaya ihtiyaç duyuyorsa, o zaman bu, pusulanın kaybolduğu ve düşüşün önemli bir boyuta ulaştığı anlamına gelmektedir.Buradaki konuşma, ümmetin geneli hakkında değildir;aksine değişimi gerçekleştirmek için ümmetin ön saflarında yer alanlar, konuşma ve şerî eğitim pozisyonunda olanlar ve dini eğitim verenler ve ümmet içerisinde hareket ve siyasi eğilim pozisyonlarında olanlar hakkındaki bir konuşmadır.

Suriye'deki bu yeni rejim hakkında bir şey söylemek gerekirse, hiç kimse onun İslam'ı uyguladığını iddia edemez ve hiç kimse İslam'ı uygulamadığının ve gerek anayasası ve kanunları bakımından gerekse Birleşmiş Milletler sözleşmelerine ve kararlarına bağlılığı bakımından Batılı laik küfür temellerine dayalı olduğunun cahili olmaz. Beşar Esad rejimini devirmek için yapılan askeri harekatların, bu mesele ve detaylarını Türkiye ve Rusya ile birlikte düzenleyen Amerika tarafından planlandığının hiç kimse cahili değildir. Bu esnada ve sonrasında, bu rejim herhangi bir tavır almamış veya İslam'a atfedilebilecek önemli bir tezahür göstermemiştir. Aksine Amerika'nın taleplerini karşılayan iç politikalarda ısrar edilmiş ve Suriye'ye yönelik tekrarlanan Yahudi saldırıları çarpıcı bir şekilde göz ardı edilmiş, bu da birtakım şüphe ve soruları gündeme getirmiştir!! Ayrıca Yahudi varlığının Gazze'de işlediği korkunç katliamlar tamamen görmezden gelinmiştir. Peki onu haklı gösterenlerin veya propagandasını yapanların gerekçe gösterdiği şey nedir; bu rejimin tutumlarını görmezden gelmeleri ve onun gerçeğine göz yummaları için gerçekten meşru gerekçeler var mı, yoksa Beşar rejiminin devrilmesi, bölgedeki diğer rejimlerin işlediği büyük günahlara benzese bile onlara tüm büyük günahları işleme hakkını veren bir fazilet midir? Peki Trump, ABD elçisi Tom Barrack ve diğerleri bir yana, neden Muhammed bin Selman gibi Körfez yöneticileri ve Erdoğan ondan memnunlar?

Bu nedenle Şeybani'nin Yahudi heyeti ve ona eşlik edenlerle yaptığı görüşmenin duyurulması ve Yahudi varlığı ile normalleşme yolunda atılan adımlara ilişkin resmi açıklamalar, bu rejimin yüzündeki bir başka perdeyi kaldırarak onun tehlikeli eğilimlerini ortaya çıkarmıştır.

Zaruri araştırmaya ve gerekli uyarıya ihtiyaç olan şey, ümmetin işleriyle ilgilenen ve Batı'nın egemenliğinden ve zulmünden kurtulmayı isteyen bazı kimselerin, bu rejimi ve onun temellerini savunmaları ve ortaya çıkan kusurlarını örtbas etmek için gerekçeler aramalarıyla ilgili kendilerine atfedilenlerin nedenleridir. Ne yazık ki bu kişiler eylemleriyle Müslümanların zayıflamasına neden oluyorlar ve gerek iç çatışmaları körükleyerek gerek Sykes-Picot Anlaşmasının gerekliliklerine göre hareket ederek, gerekse de Müslümanların birçok meselesini görmezden gelerek düşmanlarının planlarını takip ediyorlar. Ayrıca onlar mezhepçiliği, Sykes-Picot'u ve vatancılık bağlarını reddetmelerine rağmen, gerçekliğin zorluklarını ve hayali yolların kapanmasını gerekçe göstererek pratikte bunların içerisine dalıyorlar. Böylece insanları politikaları ve eylemleri desteklemeye sevk ediyorlar ancak daha sonra bunların kendilerini daha fazla zincirlemesinden, yorgunluklarını daha da artırmasından ve büyük umutların ve vaatlerin ardından kendilerini hayal kırıklığına uğratmasından dolayı şaşkınlık yaşıyorlar.

Güç dengeleri, gerçekliğin baskıları, zorluk veya sıkıntı doğuran olaylar, zaruretler ve benzerlerinin fıkhı gerekçeleriyle bu rejimin ve diğerlerinin kötülüklerinin göz ardı edilmesini helal görmek, iyi niyetli olsa bile bir anlayış ve amel hatasıdır. Zira bu, ümmetin çaresizliği ve kafa karışıklığının nedenlerinden biri olup bundan daha fazlasına yol açmaktadır. Bu gerekçelerin, diğer saray mollalarının fetvalarından ne kadar farklı olduğunu bilmiyorum. Bazı tezahürler, iddia edilen niyetler ve hayali gerekçeler dışında farklı bir şey var mı acaba?

Bu nedenle Mısır, Tunus, Suriye ve diğer yerlerdeki devrimlerden sonra tanık olduğumuz gibi, ümmetin tekrar tekrar başarısız olmasının sebebinin, daha önce Afganistan, Burma ve diğer yerlerde gördüğümüz Müslümanların yüzüstü bırakılmasının ve bugün Gazze'de daha açık ve daha zor bir şekilde gördüklerimizin sebebinin ve mevcut Suriye rejiminin propagandasının yapılmasının sebebinin, aldatıcı sloganlar dışında pratikte Tunus veya Mısır rejimlerinden hiçbir farkı yoktur. Dolayısıyla harekete geçen, ayaklanan ve feda eden ümmet değil, aksine yukarıda bahsedilen elit kesimdir; yani şeyhler, davetçiler ve iyi niyet ve kasıtla çalışanlardır. Ancak onlar, kafirlerin tuzakları ve komplolarıyla aldatılıyorlar, tuzaktaki bir yem mesabesinde olan tezahürler ve sözler nedeniyle ajanlar ve entrika çevirenler hakkında iyi zan besliyorlar, onları arzu edilen değişim için vaat edilen bir umut olarak görüyorlar, onların propagandasını yapıyorlar, ancak daha sonra onların tuzaklarına düşüyorlar, böylece halk ya da ümmet de onlarla birlikte bu tuzağa düşüyorlar.

Evet, ümmetin kalkınması ve doğru caddeye yönelmesi ya da çöküşü ve sapması, tutumlarının doğruluğu veya yanlışlığı, coşkusu veya kısıtlılığı, harekete geçmesi veya geri çekilmesi, birinci derece bu hususların, elit kesimde yani alimlerinde, hatiplerinde, yönlendiricilerinde ve kendilerine güvendikleri ve lider olarak kabul ettikleri düşünürlerinde ve siyasetçilerinde bulunmasına bağlıdır. Zira ümmette var olan şey, büyük ölçüde bu kişilerde var olan şeydir.

Ancak bu kişileri, ilim ve amel ehlinden ve istekle, şevkle ve samimiyetle İslami değişimi arzulayan elitten kılan şey nedir? Ayrıca onları, aldatmaların ve benzerlerinin tekrarlanmasına rağmen aldatıcıların ve entrikacıların tuzağına düşen kolay bir av haline getiren şey nedir?

Bu sorunun cevabı, üzerinde durulup çözülebilmesi için ciddi bir çalışma gerektirdiği gibi bu makalenin sınırlarını aşan iş birliği, diyalog ve katkıyı da gerektirmektedir. Ancak ne kadar çok neden olursa olsun bu, temel bir nedenden kaynaklanmaktadır ki bu da ümmetin devlet adamları eksikliğidir. Yani İslam toplumunu ve İslam ümmetini korumak gibi yüce maksatları anlamakta yetenekli olan, ümmetin genel sorunlarını ve bu sorunlardan öncelikli olanları anlayan, dolayısıyla siyasi bakış açısı olan; yani ümmetin genel işlerinin gözetilmesi düşüncesini özelliklerinden biri haline getiren, umutsuzluk veya hayal kırıklığının yanı sıra söz konusu elitler arasında yaygın olan şerî olmayan gerekçelerden uzak bir şekilde ümmetin sorunlarına şeriata uygun pratik çözümler sunan adamların eksikliğidir. Zira söz konusu devlet adamı, anlayan bir akıl ve disipline eden şeriattan değil de, meyillerden kaynaklanan gerekçe ve bahanelerle sulandırılmış fetvalardan uzak bir şekildeki disipline eden, şerî ilim ile gerçekliği objektif bir şekilde kavrayabilme ve genel sorunlara çözümler planlayabilme ve de çıkmazdan en kısa sürede ve en düşük maliyetle çıkabilme becerisinin arasını birleştiren kişidir. Bu kriter sayesinde gördüğümüz hatalı gerekçelere binaen, İslam ümmetinin ciddi bir şekilde devlet adamı eksikliğinin acısını çektiği ve ümmet içerisinde çok sayıda devlet adamı ortaya çıkıp büyümesinin yanı sıra, onların arasından sadece devlet adamları değil devleti inşa edecek seçkin bireyler ortaya çıkıp büyümedikçe, ümmet için bir varlık kurulmasının ve sürdürülmesinin pek olası olmadığı söylenebilir.

Sapmaları haklı çıkarmaya ve bunlara gerekçeler uydurmaya yönelik ayrıntılı nedenlere gelince; belki de bunların en önemlisi, gerçekliğin zorluğu, kafirler ile Müslümanlar arasındaki güç dengelerindeki farkların boyutunun yanı sıra başarısızlıkla sonuçlanan birçok deneyim ve yüksek maliyetler ve kafirlerin, Müslümanların değişimi ve İslami hayatı yeniden başlatmayı hedefleyen yönelim ve hareketlerinin farkında olmalarıdır. Bir de buna hedef gerçekleştirilmeden geçen uzun süre ve nesillerin geçmesi eklenmiş, bu da ruhsat kapılarının genişletilmemesi halinde İslami değişim yollarının kapalı olduğu yönünde genel bir duygunun oluşmasına yol açmıştır. Dolayısıyla bunlar, ruhsat kapılarının ardına kadar açılmasına ve onun yerlerinin, şartlarının ve engellerinin dikkate alınmamasına sevk eden umutsuz fikirlerdir. Bu ise, mevcut Suriye rejiminin eylemlerini haklı çıkarmak ve hain ve ajanlıkla nitelenen diğer rejimlerden farksız olan politikasına rağmen onu savunmak için en önemli ve en tehlikeli nedenlerdir. Bu gerekçe sahiplerinin nezdinde, şekli tezahürlerden, gerçekliklerle çelişen iddialardan ve hiçbir eylemle desteklenmeyen niyetlerden kaynaklanan duygusal bir durum dışında tutumlarına yönelik hiçbir kanıtları yoktur. Bu da havanın iplerine, yani var olmayan hayallere tutunmaktır. Tıpkı şöyle denildiği gibi: Boğulan adam saman çöpüne sarılır.

Vurgulanması gereken şey, yol ne kadar uzun ve fedakarlıklar ne kadar büyük olursa olsun ısrarın, azmin ve kastın ne anlama geldiğini ve ne gerektirdiğini bilen devlet adamlarından oluşan siyasilerin eksikliği olmamış olsaydı, havanın ipine ve saman çöpüne sarılmanın olmayacak olmasıdır. Yukarıda adı geçen elitlerin büyük çoğunluğu, değişim hakkında düşünürken, zayıflık, acziyet ve zaruretler gerekçesi dışında başka bir çare bulamadıkları zor bir gerçeklikle karşı karşıya kalmaktadırlar. Onları tek bir yola başvurmaya iten şey, şerî zaruretler veya ciddi zorluklar değil, şerî olmayan çıkarlar, ihtiyaçlar ve sıradan zorluklarla ilgili ruhsatlardır. Bu sadece siyasi zayıflıktan değil, aynı zamanda ilim eksikliğinden de kaynaklanmaktadır ki her ikisi de bir devlet adamında olması gereken hususlardır.

Suriye rejiminin meşru olmadığına ve İslami olarak nitelendirilmesini destekleyen cüziyatlarda veya tutumlarda ciddi eksiklik olduğuna dair birçok deliller olmasına rağmen mevcut Suriye rejiminin bazı savunucuları tarafından gündeme getirilen bir mesele vardır. Bu da örneğin onların şu sözüdür: Düşmanla müzakere etmek caiz olup haram değildir. Sonra bu kardeşler, bu rejimin Yahudi varlığının temsilcileriyle yürüttüğü tekrarlanan müzakereler gibi yaptı şeyin şerî ve kabul edilebilir bir şeymiş gibi davranıyorlar ve delilin de Suriye'nin çıkarı olduğunu söyleyip noktayı koyuyorlar. Cevap, araştırmanın sadece bir müzakere meselesi olmadığıdır; zira Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Hendek Savaşı'nda, Hudeybiye'de ve başka yerlerde kafirlerle müzakere etmiştir. Onun ardından Raşid Halifeler de müzakere etmişler ve bu müzakereler doğrudan ve dolaylı olarak yürütülmüştür. Dolayısıyla araştırma, müzakereler konusundadır. Peki müzakere edilen şey neydi; hakların geri alınması mı yoksa haklardan vazgeçilmesi miydi? Bu müzakere, Yahudi varlığını kısıtlamak ve onunla savaşmaya hazırlanmak amacıyla mı, yoksa onunla ilişkilerin normalleşmesi ve onun tanınması için adım adım ilerlemek amacıyla mıydı? Bu müzakerelere, Gazze'ye yardım etmeye yönelik herhangi bir kasıt giriyor mu? Suriye yöneticilerinin Suriye'yi ve halkını İslam dünyasının bir parçası olarak gördüklerine ve dünyadaki Müslümanlar için önemli olan şeylerle ilgilendiklerine dair herhangi bir bakış açısı veya bir delil var mı, yoksa bu var olmayan ve bu rejim için kabul edilemez bir durum mu? Eğer mesele böyleyse, o halde İslam bu rejimin neresinde? O halde örneğin Ürdün veya Suudi rejimlerinden nasıl farklı oluyor? Aynı şey Amerika ile olan ilişkiler, laikliğin uygulanmasıyla ilgili yolculuk ve Suriye'yi Müslüman olmayan grupların lehine zayıflatmaya yönelik hazırlık için de söylenebilir; buna ek olarak onların İbrahim Anlaşmaları olarak adlandırdıkları şeye tedrici olarak girmesi gibi diğer endişeler de söz konusudur.

Bu rejimin, Amerika, Yahudi varlığı ve bölge ülkeleriyle ilgili politikalarını savunanlarının tutunduğu noktalardan biri de, onun yeni bir rejim olduğu ve Yahudilerle savaşa girmekten aciz olduğu yönündedir. Ve eğer onların saldırılarına sessiz kalınmazsa, rejimi yok edecekleri yönündedir. Bu nedenle varlığını korumak için Amerika'nın emirlerine boyun eğmek ve uygulamak zorundadır! Eğer durum böyleyse, o halde böyle bir rejimden ne umulabilir veya beklenebilir ki? Peki zati gücünü ve özgürlüğünü inşa etmeye yönelik izlediği stratejisi nedir? Yani o, kelimenin tam anlamıyla bir devlet midir?

Bu rejimi savunanlar, Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in Hendek'te müzakere ettiğini ve neredeyse kâfirlere tavizler verdiğini ileri sürmektedir. Bu tür argümanların, çıkarım ve istidlal konusunda bir iflasa delalet ettiği gayet açıktır. Zira Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem, hiçbir zaman küfür sistemlerine, kendi dışındaki hiçbir kanuna veya otoriteye boyun eğmemiş ve iç ve dış politikalarında düşmanlarının talimatlarına veya emirlerine bağlı kalmamıştır. Onun müzakereleri, kendi görüş ve kararlarına göre devletini, egemenliğini ve otoritesini koruma yönünde olmuştur. Peki Suriye'deki yeni rejimin yöneticilerinin yaptıkları bunun neresinde?

Bu rejimi ve eylemlerini savunanlar aynı zamanda şöyle diyorlar: Kendini onların yerine koyun; sen olsan ne yapardın? Cevap şudur: Bir Müslümanın aslen bu pozisyonda olması caiz olmadığı gibi alkol servisi yapan bir barın denetçisi veya kumarhanenin, genelevinin ve kumar işletmesinin müdürü olması da caiz değildir. Bir Müslümanın İslam dışı bir yönetici konumunda olması tartışmasız caiz değildir. Eğer kendisine İslam ile hükmetmemesi şartıyla tüm yönetim ve otoritesi sunulsa bile bu, tek kelimeyle caiz değildir. Nitekim böyle şey Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e sunuldu ancak o bunu kesin bir şekilde reddetti. Bu konuda kâfirlere ve dünyaya, bu tarz bir yönetimin reddedilmesine dair kalıcı bir şekilde hitap eden ilahi bir emir ve küresel İslami bir bildirim mesabesinde açık ayetler nazil olmuştur. Nitekim bu konuda Kafirun suresi indirilmiş olup bu surede yönetim ve ilişkilerde küfrün reddedildiği üç kez tekrarlanmıştır.

Vacip olan İslam'ın uygulanması olup İslam'dan başkasını uygulamak için yönetimi almak ve ona ulaşmak doğru değildir; zira konunun özü ve şerî hedef, hareketi veya grubu ve liderini yüceltmek değil, Allah'ın kelimesini yüceltmektir. Bu nedenle burada zaruret gerekçelerine bir yer yoktur ve bu, gerçekliklerin tasvirini saptırmaktır; zira falan kişinin veya grubun yönetimde, bakanlıkta veya sarayda olması bir zaruret değildir. Müslüman ülkelerdeki yönetimde sömürgeci kafirlere ve düşmanlara hizmet etmek veya onlara bu ülkeler üzerinde herhangi bir egemenlik veya otorite vermek caiz değildir; hatta bu, kâfir ve tiran bir yöneticiyi devirmek gibi Müslümanların maslahatları karşılığında olsa bile. Müslümanların vacibi, müminlerle iş birliği yapmak, müminler arasında dostluk kurmak ve müminlere güvenmek yoluyla değişim, İslami yönetimi kurmak ve tiranları devirmek için çalışmalarıdır. Nitekim Allahu Teala şöyle buyurmuştur: إِنَّمَا وَلِيُّكُمُ اللهُ وَرَسُولُهُ وَالَّذِينَ آمَنُوا الَّذِينَ يُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وِيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَهُمْ رَاكِعُون * وَمَنْ يَتَوَلَّ اللهَ وِرِسُولَه وَالَّذِينَ آمَنُوا فَإِنَّ حِزْبَ اللهِ هُمُ الْغَالِبُونَSizin dostunuz ancak Allah, O’nun peygamberi ve namaz kılan, zekat veren rükua varan müminlerdir. Her kim Allah’ı, Peygamberi ve müminleri dost edinirse bilsin ki, galip gelecek olanlar, yalnız Allah’ın tarafını tutanların grubudur.” [Maide 55-56] Bu konuda kâfirlere ve onların ajanlarına meyletmek ya da iktidara ulaşmak için onlarla iş birliği yapmak caiz değildir. Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in sünneti ve metodu işte budur. Zira Allahu Teala şöyle buyurmuştur: وَلَا تَرْكَنُوٓاْ إِلَى ٱلَّذِينَ ظَلَمُواْ فَتَمَسَّكُمُ ٱلنَّارُ وَمَا لَكُم مِّن دُونِ ٱللَّهِ مِنْ أَوْلِيَآءَ ثُمَّ لَا تُنصَرُونَZalimlere meyletmeyin. Yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur, sonra yardım da göremezsiniz.” [Hud 113]

اَوَلَا يَرَوْنَ اَنَّهُمْ يُفْتَنُونَ ف۪ي كُلِّ عَامٍ مَرَّةً اَوْ مَرَّتَيْنِ ثُمَّ لَا يَتُوبُونَ وَلَا هُمْ يَذَّكَّرُونَ

Onlar, her yıl bir veya iki kez (çeşitli belâlarla) imtihan edildiklerini görmüyorlar mı? Sonra da ne tevbe ediyorlar ne de ibret alıyorlar.” [Tevbe 126]

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan

Dr. Mahmud Abdulhâdî

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER