- |
- İlk yorumlayan ol!
- yazı boyutu yazı boyutunu küçült Yazı boyutu büyüt
بسم الله الرحمن الرحيم
Türkiye'deki Eğitim Sisteminin Bozuklukları
Laik eğitim sisteminin İslam beldelerinde doğurduğu sorunlar birbirine çok benziyor. Buna rağmen, Türkiye'nin laik eğitim politikası birçok İslam beldesinde eğitim konusunda da 'rol model' olmayı başarmıştır. Türkiye’deki eğitim politikalarının akameti maalesef uluslararası araştırmalarla da tescillenmiştir. Halkı Müslüman olan bir ülkede gayri İslami bir eğitim sisteminin uygulanması, başarısızlığın en önemli sebebidir. Zira eğitim sadece okullarda değil, evde, sokakta ve hayatın her alanında olması gerekir. Mevcut eğitim sistemi ise üzerine kurulu olduğu ideolojiden ve onun değerlerinden dolayı, ancak okullara hapsolmuş kalmıştır. Devamlı olarak Müslüman halkın hayattaki değerleri ve beklentileriyle çatışma içinde kalan bu eğitim sistemi; dolayısıyla başarılı bir eğitim müfredatı ve bu müfredatı verimli şekilde tatbik edecek eğitim programı geliştirmekten aciz kalıyor. Çelişki ve zıtlıklar bazında yürütülen devlet politikalarının doğurduğu başlıca sorunları beş ana başlık altında toplamak mümkün:
1- Eğitimdeki Başarısızlığın Başlıca Göstergeleri
Milli Eğitim Bakanlığı’nın 2015-2016 eğitim ve öğretim dönemi okul öncesi, ilköğretim ve ortaöğretim kurumlarını kapsayan örgün eğitim istatistiklerine göre, örgün eğitimden 17 milyon 588 bin 958 öğrenci yararlanıyor. Bu öğrencilerden yaklaşık 14,5 milyon resmi, 1 milyon 175 bine yakını özel okullarda ve 1 milyon 874 bin 210´u ise açık öğretim kurumlarında okuyor.
Türkiye’deki eğitim politikalarının başarısızlığını gösteren bulgulardan birisi de PISA sonuçlarından alınabilir. Bu bulgular, Türkiye’nin yeni fikirler geliştirecek, kalkınmaya katkı sağlayacak kişiler yetiştirmekten aciz kaldığını gösteriyor. PISA 2015 sonuçlarına göre Türkiye 35 OECD ülkesi arasında matematik, fen bilimleri ve okumada sondan ikinci olurken, toplam 72 ülkenin ortalamasının son üçte birlik diliminde yer alıyor. Yüksek performans gösteren öğrencilerin oranıysa yüzde 1,6. Bu, yüzde 15,3 olan OECD ortalamasının çok uzağında. Üç alanda da Türkiye’deki öğrencilerin yüzde 31,2’si düşük seviyede performans gösterdi. Yani her üç öğrenciden biri PISA 2015’te en düşük puanı alanlar kategorisinde.
Buna ilaveten her ne kadar hükümet okula kayıt sayılarında bir artış elde etmekle övünse de, okulu terk edenlerin sayısı da aynı oranda artmıştır. MEB verilerine göre ortaöğretimde örgün eğitim dışına çıkan öğrenci oranı yüzde 6,17. Yani yaklaşık 350 bin öğrenci geçen yıl okulu terk etmiş.
Yine bu eğitim sisteminin başarısızlığının başka bir göstergesi de her yıl artmakta olan beyin göçüdür ki yurtdışında eğitim görmek isteyen Türk öğrencilerin sayısı 2009’dan beri her yıl ikiye katlanmış. Anadolu Ajansı, yaklaşık 90 bin Türk öğrencinin yurtdışında eğitim için her yıl 1,5 milyar dolar harcadığını kaydediyor. Dünya Bankası kayıtlarına göre, yurtdışında en fazla öğrencisi bulunan ülkeler arasında Türkiye on birinci sırada yer alıyor. Üniversitelerden mezun olanların büyük bir bölümü (yaklaşık %70), eğitim gördükleri alanların dışındaki işlerde çalışmaktalar. Ankara Ticaret Odası’nın “Türk Beyin Gurbetçileri” raporuna göre bugün sadece 3600 doktor Amerika’da bulunuyor ve bunların yalnızca 90 tanesi geri dönmüştür. Rapor ayrıca, iyi eğitim gören her 100 kişiden 59’unu elimizden kaçırdığımızı, beyin göçü en fazla olan 32 ülke içinde 24’üncü, yurt dışına en çok öğrenci gönderen ülkeler arasında ise 11’inci sırada yer aldığımızı gösteriyor.
Türkiye’deki ekonomik istikrarsızlık ve belirsizliğe bir de 15 Temmuz darbe girişimi eklendi. Darbe girişimi sonrası 30 binden fazla öğretmen ihraç edildi neredeyse 17 bin öğretmen de açığa alındı.[1] Devlet üniversitelerinden ihraç edilen profesör, doçent, öğretim görevlileri ve akademisyenlerin sayısı da neredeyse 4 bine ulaştı, daha da artıyor. Kaliteli eğitmenden yoksun veya tahrip edici fikirlere sahip eğitmenlerle dolu bir ülkede beyin göçünün daha da artması kaçınılmaz bir sondur.
2- Yanlış Yatırım Politikaları Eğitimdeki Sorunları Teşvik Ediyor
Türkiye, Milli gelirden eğitime ayrılan kaynak yönüyle de OECD ülkeleri arasında sondan ikinci sırada yer almaktadır. Türkiye’nin 2016 yılında MEB için ayırdığı 76 milyar 354 milyon TL bütçesi, milli gelirin 3,46’sıydı. OECD ortalaması ise yüzde 6. 2017 için 85 milyar TL bütçe beklenirken, Aralık ayında Cumhurbaşkanı tarafından onaylanan "2017 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu"nuyla hiç beklenmedik bir artış belirlendi. Böylece MEB’e 2017 yılı bütçesinden 120 milyar lira ayrıldığı duyuruldu. Bu şimdiye kadar MEB için ayrılmış en yüksek bütçe olmakla birlikte ortalama milli gelirin yüzde 20’sine tekabül ediyor. Fakat buna rağmen bugüne kadar gittikçe birikmiş olan açıkları kapamaya yeterli olup olmayacağı tartışma konusu kalmaya devam ediyor.
Geçen yıllarda belirlenen bütçeler sadece zorunlu harcamaları dikkate alarak hazırlanmış ve eğitim sisteminin ve yükseköğretimin artan okul, derslik, öğretmen ihtiyacı ve acil çözüm bekleyen altyapı sorunları gibi en temel ihtiyaçlarını karşılamaya yetmemişti. MEB’e ayrılan bu bütçenin yüzde 80’i personel ve sosyal güvenlik devlet primi giderlerine, yüzde 20’si mal ve hizmet alım giderleri ve diğer giderlere kullanılınca, geriye doğrudan eğitime harcayacak ancak yüzde 8 civarında bir bütçe kalıyordu. Bu miktarda da her yıl şiddetli bir düşüş görülüyor. TÜİK 2015 yılı ’Eğitim Harcamaları İstatistikleri’ne göre; eğitim harcamaları son bir yılda da gayri safi yurtiçi hasıla’nın yüzde 5,8’ine geriledi. Bu eğitim harcamalarının ise yüzde 74,3’ü devlet tarafından finanse edildi. Hane halklarının payı ise 18,7 oldu.
Bununla birlikte özel eğitim kurumlarının eğitim harcamalarında yükseköğretimden ortaöğretime bir kayma var. Yani özel eğitim kurumları zorunlu eğitim alanına daha fazla yatırım yapmaya başladı. Özel eğitim kurumları 2014 yılında harcamalarının %47,9’unu yükseköğretime yaparken, 2015 yılında harcamalarının %47,2’sini ortaöğretime yapmıştır. Bu da eğitimin gittikçe özelleştirildiğini, bir başka ifadeyle ticarileştirildiğini göstermektedir. Yani ilerideki yıllarda yoksul ailelerin çocuklarına nitelikli eğitim daha da erişilmez hale gelecek.
Türkiye’de yoksul ile zengin kesim arasında eğitime yapılan harcamalarda tam 78 katlık bir uçurum söz konusu. Ülke genelindeki eğitim harcamalarının yüzde 52,3’ünü (8 milyar 990 milyon lira) en zengin yüzde 10’luk kesim (yani 2 milyon 182 bin aile) gerçekleştiriyor. Fakat en yoksul yüzde 10’luk kesimin eğitim harcaması ise yüzde 0,7’de (115 milyon lirada) kalıyor. Bir başka ifadeyle yoksul aileler eğitim için ayda en fazla 4 lira ayırabiliyor. En yüksek gelire sahip yüzde 10’luk dilimdeki aileler ise aylık ortalama 343 lira eğitime harcayabiliyor.
Yoksullukla sınav başarısı arasında doğrudan ilişki olduğunu Milli Eğitim Bakanlığının verileri bizzat kanıtlıyor. 2014-2015 TEOG sınavlarında gelir durumu çok kötü olan çocuklar ile çok iyi olanlar arasında ortalama 22 puan farkı tespit edilmiş.
Devletin eğitimi ticarileştirmesi 2014 yılında dershanelerin kapatılmasıyla ve özel okullara yönlendirme politikalarıyla birlikte daha da hız kazandı. Bu zamana kadar çocuklarına daha iyi eğitim sunabilmek için varını yoğunu dershanelere yatıran aileler, bu sefer özel okullara özendirilip yönlendiriliyor. Devlet okullarının ihtiyaçlarını karşılamak için kaynak bulamayan devlet, zaten kısıtlı olan kaynaklarını özel okulları teşvik etmeye kullanıyor. Özel okullara verilen vergi teşvikleri ve çeşitli indirimler, özel okul öğrencilerine yapılan “öğrenim desteği” ya da “teşvikler” de yine halktan toplanan vergilerle karşılanıyor. Sadece 2016-2017 eğitim öğretim yılında özel okullarda öğrenim gören 75 bin öğrenciye eğitim ve öğretim desteği verilmiştir ki verilen destek kesinlikle özel okul masraflarını karşılamaya yetmediği gibi, kaliteli eğitimi üst gelir seviyesine has kılmaktadır. Fakat devlet okullarındaki düşük eğitim kalitelisinden, aşırı kalabalık sınıflardan, öğretmen yetersizliğinden, olumsuz ve yetersiz fiziki koşullardan kaçmak isteyen veliler özel okullara yönelmeye mecbur bırakılıyor.
Kendi kaderine terk edilen devlet okullarındaki adaletsiz, eşitliksiz ve zaten düşük kaliteli olan eğitim, ailelerin üzerine ayrı bir maddi yük olarak biniyor. Zira kıyafet, kırtasiye, beslenme ve yol parasına ilaveten, devlet okullarında görevlendirilen (çoğu taşeron şirket) personel, yardımcı hizmetli, temizlik, perde, dolap, tebeşir, ısınma masrafları gibi masraflar da yasak olduğu halde farklı isimler altında velilerden para toplayarak karşılanmaktadır. Böylesi şartlarda okumaktansa çok sayıda çocuk okulu terk etmek zorunda kalıyor.
UNICEF ve UNESCO İstatistik Enstitüsü’nün 2015 yılında ortak hazırladığı rapora göre Türkiye’de ilkokul çağında 313 bin, ortaokul çağındaysa 38 bin çocuk işçi olduğunu gösteriyor. [2] Okula gitmeyen çocuk işçilerin haftada 45 saat, okula giden fakat bir yandan da çalışan çocuklarınsa haftada ortalama 15 saat çalışmak zorunda kalması Türkiye’yi rapordaki en çarpıcı örnek olarak öne çıkarmıştır.
3- Arızalı Eğitim Müfredatı ve Tutarsız ve Sık Değişen Programlar Eğitim Kalitesini Düşürüyor
Zaten çok düşük olan eğitim kalitesini doğrudan olumsuz etkileyen en büyük faktörlerden birisi de müfredat ve eğitim programlarında yapılan sürekli ve sık değişikliklerdir. Cumhuriyetin eğitimdeki ana hedefi, halkına laikliği bir kültür ve yaşam tarzı olarak aşılamaktır. Hedef bu kadar dar ve kısıtlı olunca müfredat sağlam bir zemine yerleştirilememiş ve değişen hükümet ve siyasi konjonktürlere göre sık ve tutarsız değişimlere maruz kalmıştır. Son 20 yılda 11 bakan değişmiş, bunların sadece 6’sı AKP döneminde değişmiştir. Özellikle 2004’ten bu yana hem müfredatta hem eğitim programlarında defalarca değişim yapılmıştır. Özellikle en son 2012’de 4+4+4 Eğitim Sistemine geçildi. Buradaki asıl hedef 28 Şubat döneminde kapatılan İmam Hatip ortaokullarını yeniden açmaktı. Bununla birlikte zorunlu okula başlama yaşı 5,5 yaşa düşürüldü. Haftalık ders saatleri değiştirildi, ortaokul ve lisedeki seçmeli dersler artırıldı. Özellikle Hz. Muhammed’in Hayatı, Temel Dini Bilgiler, Kur’an’ı Kerim, Yaşayan Diller ve Lehçeler (İngilizceye ilaveten bilhassa Arapça) gibi dersler de konuldu. Bu tarz değişiklikler; vaat edilen “dindar nesli”, yani özel hayatta Müslüman olarak yaşayabilen, fakat aynı zamanda laik demokratik Cumhuriyetin değer ve nizamlarını özümsemiş nesli yetiştirmeyi hedeflemektedir.
Müfredata yeni konu ekleniyor, fakat konuyu anlatabilecek yeterli sayıda ve yeterli donanıma sahip öğretmen bulunamıyor veya kitap ve öğretim araçları bulunmuyor. Örneğin 10 yıl önce eğitim bakanlığı okullarda el yazısı öğretilmesine karar verdi, fakat ne öğretecek öğretmen ne de kitap bulunmuyordu. Hatta hala el yazısı kullanan öğrencilerin ödevlerini okumakta zorluk çeken eski nesil öğretmenler söz konusu.
En son 2016 yılının Ekim ayında Başbakan Yıldırım, müfredat ve programda yeni düzenlemelerin uygulanacağını duyurdu. Yaklaşık 3 yıldır MEB, ortaokula geçişte beşinci sınıfı sadece Türkçe ve yabancı dil eğitimi verilen hazırlık sınıfına dönüştürmeyi planlıyor ki üç yıldır çoğu özel okullarda ve bazı devlet okullarında proje olarak denenmektedir zaten. Bu kademede okutulması gereken diğer konular 4’üncü ve 6’ncı sınıf müfredatına entegre edilecek. Ayrıca ikinci sınıftan sonra zorunlu seçmeli dersler İngilizce, Fransızca, Almanca ve Arapçadan oluşacak. Yabancı dilde öğretmen açığının kapatılması için ise bu branşlarda atamalar yapılacak. Fakat bu güne kadar Türkiye yabancı dil öğretmekte pek de başarılı olamamıştır. Zira yabancı dil öğretilirken dilin kültürü ve yaşam tarzını anlatan unsurlar aktarılmıyor. Onun yerine yine Atatürk ve Atatürkçülük üzerine kurulu kitaplarla öğretilmektedir. Bunun yanı sıra öğretmenlerin pek azı öğrettikleri dili gidip kendi ülkesinde öğrenmiştir veya sadece eğitim esnasında zorunlu süre içerisinde yurt dışı tecrübesi edinebilmişler.
Yine tam gün eğitim sistemine geçileceği duyuruldu. Fakat yetersiz derslik ve öğretmen sayısından dolayı bugüne kadar devlet okullarında “İkili Öğretim”, yani iki vardiya halinde, sabahtan öğlene kadar ve öğleden akşamüzerine kadar öğretim verilmektedir. Tüm gün eğitim sistemiyle tekli öğretime geçilecek, yani tüm öğrenciler sabah 09.00’dan akşamüstü 16.00’ya kadar aynı saatlerde okulda bulunacak. Bu radikal değişiklik, mevcut sistemdeki öğretmen açığını daha da artırabilir, zira bu açığı kapatmak için sadece 70 bin civarında yeni atama ve ancak 3 yıl içerisinde yapılması planlanıyor. Ayrıca, eksik derslik sayısının bir dahaki okul yılına kadar nasıl çözüleceğine dair de bir plan yok ortada.
Dini müfredata gelince: Dini müfredatta Rasulullah (sav)’in hoşgörü peygamberi olduğundan, İslam’da demokratik uygulamalara cevaz verildiğinden bahsedilmektedir. Örneğin Hz. Ebu Bekir’in Halife seçilmesi İslam’da “ilk” demokratik seçim olarak gösterilmektedir. İslam devletindeki Şura Meclisi parlamentoya benzetilmektedir... Fakat asıl sorun yeni müfredatı tatbik edebilecek uygun bir eğitim programı olmayışından kaynaklanmaktadır. Zira bu alanda yeterli sayıda ve yeterli donanıma sahip öğretmen bulunmamasının yanında, yine dersler için gerekli kitap da bulunmamaktadır. Örneğin öğretmenler kendilerine diyanet tarafından tavsiye edilen bir siyer kitabından alıntı yaparak ders anlatmak zorundalar. Birkaç ‘örnek’ okul ve örnek İmam Hatip Okulu dışında, birkaç hafta veya iki üç ay içinde değişen öğretmen kadroları veya derslerin tamamen öğretmensiz kalması çocukların eğitimini doğrudan olumsuz etkileyen başka bir faktördür. Böylece müfredat ve programlar ne kadar değiştirilirse değiştirilsin, ezberci ve sınav merkezli olmaktan dışarı çıkamıyorlar.
4- Ezberci Eğitim ve Sınav Sistem
Türkiye’de ezbere dayalı bir eğitim sistemi uygulanmaktadır. Öğrenciler, kavramsal öğretim yönteminden ziyade, teorik bilgilerle donatılmaktadır. Bu da onları ezberci yönteme mahkûm etmekte, laboratuvar, deney, görsel ve işitsel araç eksikliği gibi sorunlardan dolayı başarısız sonuçlar ortaya çıkarmaktadır. Bu ezbercilik eksenli eğitim sistemi; eğitimde bir geribildirim aracı olmak yerine, seçme, eleme ve aynı zamanda yarışma aracı olarak kullanılan yoğun ve baskıcı bir sınav sistemiyle güçlendirilmektedir. Eğitim sistemindeki nitelik ve nicelik eksikleri ve eğitim sonrası sınırlı iş imkânları böylesi bir sınav sistemiyle örtbas edilmek istenmektedir. Böylece sınavların yapılış şekli ve puanların nasıl hesaplanacağı üzerinde sıklıkla değişiklikler yapılmaktadır. Bu ezberci eğitim, öğretmenleri de çocuklara ders anlatmak yerine, sınavlarda gelecek sorulara ve puanlama sistemine hazırlamakla kısıtlıyor. Sınavlar; “multiple choice” (çoktan seçmeli) sınavlar olduğundan, etüt dersleri de ev ödevleri de ağırlıklı olarak çoktan seçmeli testlerden ibaret kalıyor. Veliler parasını sayısız sınava hazırlayan test kitapçıkları ve soru bankalarına harcıyor. En geç iki yılda bir sınav ve puanlamalarda bir değişiklik getirilir, katsayıları getirilir veya değiştirilir, liselere giriş sınavları, üniversiteye giriş sınavları, vs. gibi sürekli öğrencilerin başarılarını geriye atan yeni uygulamalar getirilir. 2003-2013 arasında 8 yeni sınav ve puanlandırma sistemi getirilmiştir. Kısacası öğrenciler bilgiyle donatılmak yerine, en kısa sürede mümkün oldukça çok doğru soru çözmeye programlanmaktalar. Doğal olarak PISA sonuçları Türkiye’deki öğrencilerin okuduklarını bile anlamaktan aciz bırakıldığını ortaya çıkarmıştır. Okuduğunu anlayamayan, duyduğunu sorgulayamayan, kendini ifade edemeyen, icatlar geliştiremeyen, hatta merak etmeyen sığ nesiller yetiştiriyor bu sistem.
5- Bozuk Eğitim Sistemi Verimsiz Öğretmenler, Verimsiz Öğretmenler Başarısız Öğrenciler Yetiştiriyor
Öğretmenlik bilhassa Türkiye toplumunda İslami değerlerinden dolayı kutsal bir meslektir. Fakat Türkiye’deki ekonomik ve siyasi istikrarsızlıklar ve Batı’ya özendiren yaşam tarzının teşvik edilmesi, toplumda bir düşünce değişikliğine yol açmıştır. Artık zeki veya başarılıysan neden öğretmen olasın ki anlayışı gelişti ve öğretmenlere yeterince değer verilmemeye başlandı. Nitekim yıllar içinde Üniversiteye giriş puanlarında, öğretmenlik en düşük ve en kolay ulaşılabilir seviyeye indirildi. Yukarıda bahsettiğimiz bozuk sınav ve puanlandırma sistemi, öğretmen adaylarını sınavlarda düşük puanlar elde eden öğrencilerden seçti. Hâlbuki öğretmenler bilgi ve becerilerinden ziyade, çocuklarla iletişim ve bilgi aktarabilme yeteneklerine göre seçilmelidir. Buna ilaveten eğitim fakültelerinden mezun olmayan, pedagojik formasyon almayan üniversite mezunları arasından da öğretmenler atanmaya başlandı. Örneğin biyoloji okuyup iş bulamayan, sınava girip biyoloji öğretmeni oldu. Böylece başka kariyer yapma şansını göremeyen, en azından öğretmen ve böylece devlet memuru olabilme şansını yakalamış oluyor. Mevcut ekonomik ortamda garantili, sigortalı bir iş sahibi olabilmek, öğretmenliği sevmekten ve becerebilmekten daha önemli bir kıymete sahip oldu. Fakat öğretmen olmaya hevesli kişiler de yine eğitim sisteminin kısıtlamaları ve dayatmaları nedeniyle, verimli olabilmekten alıkonuluyor.
Öğretmenlerin ve öğrencilerin başarısızlıklarının temelinde, sistemin bozukluğu yatmaktadır. Sistemin temeli, sistemin işleyişi, sistemin yap-boz tahtasına çevirdiği müfredat, sistemin akademik takvimi, ürettiği okullar, uyguladığı sınavlar ve diğer dayatmalar kaliteyi düşürmekte ve verimliliği azaltmaktadır. İşte öğretmenlerimizi de öğrencilerimizi de ziyan eden bu bozuk sistemdir.
Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Bürosu adına
Zehra Malik
[1] 30 bin 351 öğretmen ihraç edildi, 16 bin 688 öğretmen açığa alındı. Bunların üçte biri kadarı da PKK’yla bağlantılı. Açığa alınıp göreve iade edilen öğretmen sayısı 6 bin 474, ihraç edilip göreve iade edilen öğretmen sayısı 311 olarak açıklandı. (MEB açıklamalarına göre)
[2]‘Hepimiz İçin Eğitimin Tutulmamış Sözlerini Onarmak: Okul Dışı Çocuklar Küresel Girişim Bulguları’ Raporu